menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Medusa, Gaia ve barış

15 1
19.05.2025

Belki de insanlığın son yüzyılında, hızla akan zamanın ve katılaşan düzenin arasında unutulup gidecek — en iyi ihtimalle dar bir çevrede yankı bulacak — bir hakikatin resmidir Medusa’nın Salı.

1818-1819 yıllarında Fransız ressam Théodore Géricault’nun fırçasından çıkan bu tablo, bir Fransız gemisi olan Medusa’nın 1816 yılında Senegal yakınlarında batması hikayesini anlatır. Ancak olay ve dahi tablo yalnızca bir deniz kazasını değil; sömürgeci, emperyalist bir rejimin, sınıfsal eşitsizliklerin ve liyakatsizliğin bedelini ödeyenlerin çığlığını yansıtır. Salda yaşam mücadelesi verenler, bugünün yok sayılan halklarının ve bastırılmış, bastırılmak istenen topluluklarının alegorisi gibidir.

Medusa’nın Salı, 147 insanın 13 gün süren bir hayatta kalma mücadelesinden, bir trajediden daha fazlasını anlatır bizlere. Geminin batmaya başlamasıyla birlikte tüm yolculara yetecek sayıda filika bulunmadığından, 147 kişi mahsur kalmıştır. Gemi kaptanının verdiği talimatla bir sal inşa edilir ve 147 yolcu bu sala bindirilir. Filikalara bindirilme konusunda yaşanan ayrımcılık, salda da devam edecektir. Öyle ki, salın ortasında olanlarla salın kenarlarında olanlar arasında da bir huzursuzluk başlayacaktır.

13 günün sonunda, saldakileri kurtarmak üzere gidildiğinde yalnızca 15 kişi hayatta kalmıştır. Ancak başta da söylediğim gibi, Medusa’da ve salında yaşananlar özgün bir olay olmasının çok ötesini ifade eder. Dönemin Fransa’sının kolonyalist faaliyetlerinin bir somutudur Medusa; toplumsal adaletsizliğin, ayrımcılığın siyasete yansımalarının örneğidir bu olay, bu tarih, bizim için.

Günümüzde yürütülen savaş odaklı sistemin, ayrımcılık ve adaletsizlik temelli yönetimlerin, erkek egemen odaklı yaşam dayatmalarının, doğa düşmanı ekonomi sisteminin tüm dünyayı koca bir ‘Medusa ve salı’ noktasına getirmiş olduğunu söylemek çok mu iddialı olur?

Topraklarımızda mevzubahis olan barış ve demokratik toplum idealine ulaşmanın tek ve öz biçimi; hiçbir canlının dışarıda tutulmadığı — çocuğu, kadını, inancı, cinsel yönelimi farklı olanı, ağacı, kedisi, toprağı, hepsi dahil — adil ve eşitlikçi bir ortamın inşasıyla mümkündür. Bunun da kadınların öncü olduğu bir yöntemle inşa edilebileceğine inancım tamdır.

Öyle ki, son zamanlarda aklımda dolaşan bir Gaia figürü var. Bize seslendiğini hayal ettiğim… Bütün bu olan bitene dair bilgece bir seslenişle uyarılarını hayal ettiğim bir Gaia. En karanlık noktada bile barış için, bu kötücül sistemin değiştirilmesi için güç vermek istese, ne derdi acaba, diye düşünürken bu yazıyı yazmama teşvik etti. Yalnızca mitolojik bir karakter olmanın ötesinde, Gaia’nın barışı simgelediğine inanırım. Yaşamın bütününü ve doğa-toplum ya da ana-toplumu simgeleyişiyle barışı temsil eder Gaia. Erkek tarih yazımıyla sesi kıstırılan ve sonra tamamen susturulan Gaia... Despot Uranos’un, zalim Kronos’un, düzen dediği düzensizliği kuran Zeus’un simgelesellikleriyle sistemi yıkılan Gaia, paylaşımcılığın ve toplumsallığını simgesidir. Gaia’nın kaybedişi, insanlığın kaosunun başlangıcı gibidir.

Gaia, bize hatırlatmak ister gibidir: Unutmamamız gerektiğini, dengeyi… Tahakküme, ayrımcılığa dayalı sistemlerin; sesi kısılanların ve ötekileştirilenlerin esas alındığı düzlemlerde adaletsizliğin ve o adaletsizliğin de yıkımı getirdiğini... Unutmamız gerektiğini, eski bilgeliğin içimizde olduğunu, onu hayata katarak bu zulüm ortamının sonlandırılabileceğini hatırlatmak ister gibidir. Gaia’nın kaybedişinin barışın kaybedişi olduğunu, bir alegori olarak erk merkezli uygarlığın karşısında ana-toplum temalı bir alternatif olduğunu hatırlamamız gerektiğini. Gaia’nın sesinin hala susturulmak istenmesinin sonucunun, tüm yaşamın Medusa’nın Salı’na dönüştürdüğünü hatırlatır.

Gaia’nın sesi sustuğunda, nasıl ki doğa parçalanmışsa; hakikatin üzeri örtüldüğünde de toplum bölünür, halklar birbirine yabancılaşır. Hakikat ise, eşitlik olmadan barışın; adalet olmadan çözümün olamayacağıdır. Medusa’nın Salı, yalnızca geçmişte batmış bir gemi değil; bugünün inkâr politikalarının, yok edici sistem anlayışlarının ve yok saymanın sürüklediği ortak bir enkazdır.

Barışı yeniden kurmanın yolu, Gaia’nın bastırılmış sesini, yani toprağın, kadının, ötekinin ve hakikatin sesini yeniden duymaktan geçer. Bu ses, Kürt halkının eşitlik talebinde, doğanın korunma çağrısında, kadınların özgürlük mücadelesinde yankılanır. Eğer gerçekten bir barış isteniyorsa, önce bu bastırılmış seslerin hakikatine kulak verilmelidir.

Barışı konuşmak istiyorsak, Gaia’yı yeniden dinlemeye cesaret etmemiz gerekiyor. Gaia’nın sesinden bir cümleyle bitirmek gerekirse: Size diyor Gaia, “Paylaşmayı ve üretmeyi öğrettim ben, birlikte var olmanın yolunu gösterdim ama siz kaos içinde birbirinizi yok etmekle meşgulsünüz. Barış benimle mümkündü, hâlâ öyle. Ama önce beni yeniden duymanız, dinlemeniz gerek.”

(ÇE/VC)

Hans Kelsen’in “Adalet Nedir?” adlı kitabı[1] “Nasıralı İsa” bölümüyle başlıyor:

“Nasıralı İsa, Roma Valisinin huzurundaki savunmasında, kral olduğunu iddia ettiğinde şöyle dedi: ‘Ben doğdum ve bu dünyaya, hakikate tanıklık etmek için geldim.’ Pilatos, ‘Hakikat nedir?’ diye sordu. Şüpheci Romalı, muhtemelen bu soruya bir yanıt beklemiyordu ve Aziz de bir cevap vermedi. Çünkü, hakikate tanıklık etmek, Mesihçi Kral olarak gönderilmesinin (başlıca) amacı değildi. O, adalete, yani Tanrı’nın krallığında hâkim olmasını istediği adalete tanıklık etmek için doğmuştu. Ve bu adalet için çarmıha gerilerek öldürüldü.

O halde Pilatos’un ‘Hakikat nedir?’ sorusunun ardında, çarmıha gerilenin kanında çok daha değerli başka bir soru ortaya çıkıyordu.; insanlığın ebedi sorusu: Adalet nedir?”

Adaletsizlik, nedir?

Adalet nedir?

Ahlak, insanın yaşam süresince onun hem toplumsal hem kişisel vicdanı ile ilgili olgudur. Ahlaksal olarak eylemlerimizin ölçeği vicdanımızın sesidir. Eylem iyi ise vicdanımız rahattır, eylemimiz kötüyse vicdan azabı yaratır. Yoksa, vicdan hiç yok mu?

Hukuk; toplumsal yaşamın bir görünümüdür. Ahlak toplumsal yaşamda sesini duyurur. Ahlak “iç fillerle”, hukuk ise “dış fillerle” ilgilidir. Hukuk, eylemlerin dış dünyada meydana getirdiği olaylarla ilgilenir.

Hukuka uygunluk (legalite), ahlaka uygunluk (moralite) birbirinden ayrıdırlar. Hukuka uygun olan bir fiilin ahlaka da uygun olması zorunlu değildir. Hukuka uygunluk, fiilin objektif bir biçimde dış görünüm bakımından hukuk normlarına uygunluğunun ölçüsüdür denebilir.

“Hukuk, daha doğrusu hukukun buyrukları, bireyin dışında ve üstünde, ona yabancı bir iradenin ürünüdür. Hukukta bir dış kanun koymadan (heteronomi’den) söz edilir; bu kanun koyma işini yapan da devlettir. Böylece, hukuk normlarını koyanla ona uygun davranışa yükümlü olan kişi, birbirinden ayrı olarak ortaya çıkarlar.

Buna karşılık ahlak, bireyin kendi vicdanının ürünüdür. Ahlak alanında, hiçbir iç kanun koymadan (otonomi’den) söz edilir. Ahlak normlarının, onları koyan bireyin vicdan ve zihniyetinden başka bir........

© Bianet