Yazının arayışı ya da arayışın yazısı
İnsan niçin yazar? Aristoteles’ten bu yana hep sorulan, basit ama derin bir sorudur bu.
Aristoteles için yazı, insanın “logos” sahibi bir varlık oluşunun doğal sonucuydu; insan kendini ifade etmeye ve anlamaya yazıyla yönelirdi. Montaigne, denemelerinde yazmayı “kendini deneme” olarak gördü; yazı, varoluşu sorgulamanın bir aracıydı. Heidegger’de yazı, varlığın dile çağrılmasıydı; yazmak, dünyayı anlamlandırma ve onunla bir bağ kurma çabasıydı. Roland Barthes ise yazıyı, bireyin sesini aşan, dilin kendi oyununa katılma alanı olarak yorumladı.
İnsan yazarken yalnızca kendini anlatmaz; varlığıyla, dille, toplumla ve zamanla kurduğu ilişkiyi de sınar. Ama sadece kendisi için yazdığını söyleyen insanlar tanıdım. Oysa yazmak, tikel bir eylem olmamalı. Aklıma yatmıyor benim bu. Aksine, tikelden tümele sıçrama mesafesini daha hızlı kapatıyor yazma eylemi. Yazarken tikel olanın sınırları çözülüyor; satırlar, bir başkasının benliğine köprü oluyor. Yazı, aşıyor insanın yalnızlığını ve başkalarıyla ortak bir evren kuruyor. Bu yüzden her zaman bir başkasına seslenmiyor mu, ister istemez bir okur aramıyor mu?
Goethe, her sağlıklı çaba iç dünyadan dış dünyaya yöneliktir demişti. Yazmak, iç dünyanın dış dünyaya doğru bir taşkınlığı mı? Benliğin, önüne geçilemez bir aşkınlığı mı? Ama dış dünya da taşmaz mı bazen içe? Susan Sontag’ın dediği gibi, yazmak düşünmenin bir biçimiyse, yazarken düşüncelerimiz şekillenir ve dönüştürülürse ve düşünce maddi varlığımızın bir tezahürüyse, yazmak, dıştan içe bir köprü kurmaz mı düşünceyle?
Nermi Uygur’da rahatını kaçırmaktı........
© Aydınlık
