Avrupa'da yükselen milliyetçi dalga... Küreselciler ve vatanseverler saflaşması
Avrupa’da, özellikle son 10-15 yılda neoliberal, küreselci iktidarlara karşı mücadele eden milliyetçi/vatansever partilerin yükselişine tanık oluyoruz. Yeni bir saflaşma yaşanıyor: Küreselciler ve vatanseverler saflaşması. Bu durumun; dünyadaki Atlantikçiler ile Avrasyacılar saflaşmasının doğal bir yansıması ve sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
ABD emperyalizminin Avrupa dahil tüm dünyaya dayattığı küreselleşmeyi ve onun devletlerin ulusal yapılarında ve ekonomilerinde yaptığı tahribatı konuşmadan, Avrupa’daki yükselen milliyetçi dalgayı anlamak zor olacaktır.
Dünya kapitalist sisteminin, 1970’li yıllarda içine düştüğü krizden kurtulmasının yolu olarak ortaya atılan neoliberal düşünce, küreselleşme projesi ile, İkinci Dünya Savaş’ından sonra dünyada oluşan, sosyal ve politik dengeleri altüst etmişti.
Küreselleşme, ulus devletleri hedef alarak, uluslararası sermayenin önündeki engelleri temizliyor, devletlerin sosyal programlarını tasfiye ediyor, kamu işletmeleri özelleştiriliyor, ücretler düşürülüyor, işçiler kapı dışarı ediliyor. Sermayenin iş gücünün ucuz olduğu ülkelere kaçmasıyla üretim düşüyor, ekonomik çark yavaşlıyor ve açık veren bütçelerini ancak borçla kapatmaya çalışıyorlar.
Öyle ki, Avrupa gibi zengin ve gelişmiş ülkelerde yoksulluk devlet istatistik kurumlarında yer alıyor. İşsizlik ve yoksulluğun yol açtığı psikolojik bunalım, intihar, ailelerin parçalanması (boşanmalar), suç işleme oranlarının yükselmesi, cezaevlerinin dolup taşması, ırkçı partilerin güçlenmesi ve gelişen yabancı düşmanlığı, Avrupa’da küreselleşmenin ve neoliberal politikaların yol açtığı ekonomik ve sosyal krizlerin boyutunu gösteriyor.
90’lı ve 2000’li yıllar aynı zamanda küreselleşmeye karşı mücadelelerin yoğunlaştığı yıllar oldu. Ama bu mücadeleyi yürütenler siyasi partiler değildi, daha çok tırnak içinde “sol” yani sosyal demokrat partilerin etkisinde olan sendikalar ve derneklerdi. Sosyal demokrasinin burjuva karakteri nedeniyle bu hareketler sönümlendi. Sosyal Demokrat partiler iktidarda veya muhalefette küreselci neoliberal programın uygulayıcısı ve savunucusuydular.
Diğer taraftan Avrupa ABD denetiminde ve onun savaş makinası NATO’nun Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Afrika’da ve son olarak Ukrayna’da olduğu gibi onun işgalci ve saldırgan planları içinde yer alıyordu. Avrupa devletlerinin bu Amerikancı ve NATO’cu politikalarıdevletlerin ulusal karakterlerini zayıflattığı gibi ağır ekonomik sonuçları oluyordu. Ve bunun bedelini de halk ödüyordu.
Bu dönemde genişlemeye başlayan Avrupa Birliği, Atlantikçi ve küreselci yöneticilerin üye ülkelerin egemenlik alanlarına müdahale etmesi, ulusal kimlik ve kültürlerin aşınmasını da bu çerçeveye oturtmak gerekir.
Sistemin sağ ve sol partileri halktan ve milli değerlerden koptukları için halkın çıkarlarını ancak sistem dışı veya sistemi zorlayan milliyetçi/halkçı yeni oluşum ve partiler tarafından savunulabilirdi. Küreselleşmenin yıkıcı programlarını uygulayan bu sağlı sollu sistem partileri krizlerin altında kaldı ve iki partili tahterevalli iktidar modelleri çöktü.
İşte tam da bu dönemde milliyetçi akımların ortaya çıktığını ve var olanların büyüdüğünü görüyoruz. 1970’li yıllarda petrol krizinin yol açtığı ekonomik yıkım ve neoliberal programların uygulanmaya başladığı 80’li yıllarda ortaya çıkan krizin yükü günah keçisi olarak görülen göçmenlerin üzerine yıkılmak istenmiş ve yabancı düşmanlığında artışlar olmuştu.
Küreselleşmenin dayattığı neoliberal politikaların sonucu ekonomik ve sosyal krizler göçmenlerin durumunun yoğun bir şekilde tartışıldığı yıllar oldu. Aynı yıllarda Fransa’da Marine Le Pen’in babası Jean Marie Le Pen’in 1972’de kurduğu yabancı düşmanı ve ırkçı Ulusal Cephe partisi yükselişe geçmişti. Baba Le Pen’in partisi yabancı düşmanı söylemi körüklerken ırkçılığa karşı kitlesel mücadele de güç kazanmaya başlamıştı. Göçmen sorunu artık siyasi partilerin kullandığı bir araç durumuna gelmişti. Örneğin Fransa’da ırkçılık........
© Aydınlık
