Yurt insanın kedisini sorumlu hissettiği yerdir
Barış insanı üzer mi?
Onlarca yıldır süren savaşın bitiş müjdesi, bir ölüm haberi gibi geldi. Müjdeye sevinemeyen bir ruh hali. Sevinç ve coşkunun olmadığı bir an… Uzun zamandır ortak sevinçlerimiz yok. Sevinmek bile bir öfke dışavurumuna dönüşmüş durumda. AKP seçim kazandığında sevinç kutlamalarının yakınında bulunmak, “öteki” için tehlikeli. Galatasaray’ın kazandığı bir maç kutlamasına Fenerbahçe formasıyla gitmek riskli. Irkçı bir mitinge Kürt giysileriyle izleyici olarak katılmak bir provokasyon, hatta dayak yeme sebebi… Eğlenmek. Böyle anlarda gönlümüz daha geniştir… Düğünde eğlenenler, keyifsiz oturan birini biraz da zorlayarak halaya kaldırır. Ve bu zorlanan kişi, kısa bir süre sonra halaya heyecanını ve sevincini katmaya başlar. Sevinç bulaşıcıdır. İzleyeni, sadece bir seyirci olmaktan çıkarıp müdahil edebilir.
Barışın kaybedeni sadece savaş çığırtkanları ve savaş endüstrisinin kâr ortaklarıdır… Ve aslında, onlara da zamanla barış iyi gelir. Kazanmak ve kutlamak... Bu tür eğlencelerde agresyon pozitife dönüşür. Çekilen halay hızlanır, söylenen türkü daha gür çıkar. Agresyon ama bu eğlencedeki agresyon pozitiftir kimseyi ürkütmez. Kürtçe şarkılar söyleyen sokak şarkıcılarının yanlarına gidiyorum. Sazlarında, mızraplarında agresyon var. Dans edenlerin, halay çekenlerin figürlerinde sertlik var, ayaklarını fazla gürültü çıkarsın diye hızlıca vuruyorlar yere. Agresyon. Ne dediklerini anlamıyorum ve ne söylediklerini de ama agresyonları beni ürkütmüyor çünkü davranışlarına kattıkları bakışlarında sıcaklık var. Gülümsüyorlar. Pozitif bir agresyon. Ve keyifli… Bu sahnelere az tanık oluyorum. Yıllardır süren savaş ve kutuplaştırma, sevinç anında öfkeyi pozitife çevirme becerimizi kaybetmemize neden olmuş. Sevinçlerimizde bile öfke var. Kutlama yapanların yanına yaklaşmak tehlikeli… Paranoyak bir atmosfer ve herkesin herkese korkarak, kuşkuyla ve öfkeyle baktığı toplumsal iklim. Ne çok şeyi yitirmişiz… Üzerine güleceğimiz ortak fıkralarımız bile yok…
Geçenlerde biriyle konuşuyorum. “Düğünümüz vardı, yüzlerce kişi katıldı” diyor ve ardından ekliyor: “Şükür, kavga çıkmadı.” Çıldırmamak elde değil… Çok eğlendik—ve birbirimizi vurmadık. Eğlenmek ve kavga etmek… Olay çıkarmak… Eğlenmeyi unuttuk. Kutlayacağımız şey barış da olsa… Sadece savaşan, mücadele eden, öfkeli ahali olduk… Barışı unutan ve sevinemeyen insanlar olduk biraz da. Her hayırlı işimizde bir kavga var… Artık eğlenmek, öfke kusmaya dönüşmüş durumda. Günlük hayatta dışa vuramadığımız öfkelerin önünü açan, kalabalık içinde anonimleşmenin verdiği güvenle neredeyse cezadan muaf şekilde suç işleyebilme ehliyeti edindiğimiz bir alan…
Barış diyorlar. Silahları bırakalım diyorlar… İnsanlar ölmesin diyorlar. Onlarca yıldır beklediğimiz şey bu haber değil mi? Ama bugün, yas gibi bir bayram yaşıyoruz. Çünkü onlarca yıldır ‘terör’ söylemi üzerine kurduğumuz anlatılar yok olmak üzere… Duygularımızı, kimliğimizi, toplumdaki konumumuzu belirleyen hikâye sona eriyor. Günlük hayatın hoşnutsuzluklarını kanalize edebildiğimiz anlatı bitiyor. Hayatımızı ayakta tutan değnek ortadan kalkıyor. Tüm dengelerimiz bozuldu. Hepimizin söylemi, hayatı anlama ve anlamlandırma biçimimiz anlamsızlaştı. Yönelimsiz, dengesiz, şaşkınız… Ve içimizde kocaman bir boşluk. Barış… Fenerbahçelilerle Galatasaraylıların her taraftarın kendi formasıyla birlikte eğlenmesi, Kürtlerle ırkçıların aynı halayı çekmesi, Kemalistlerin Kürtçe türküler söylemesi… İmkânsız. Mucize. Ama barış tam olarak böyle bir şey. Ve bizim buna sevinme repertuarımız yok.
Güvensizlik sevince gölge düşürüyor.
Onlarca yıldır “kökünü kazıyacağız, inlerine girip hepsini yok edeceğiz” tehdidine tanıklık ettik. Hiç gözlerini kırpmadan ‘hepsini zararsız/etkisiz hale getireceğiz’ ya da ‘temizleyeceğiz’ diyorlardı… Hitler’den bu yana tanıdık bir söylemdir. Ve şimdi, bu söylemin sahipleri barışı getiriyoruz diyorlar. Ama hiç de güven vermiyorlar. Güveni inşa etmek için hiçbir adım atmıyorlar. Bu, barışa ikna etmek değil, barışa boyun eğdirmek gibi… Toplumdaki hava soğuk. Rüzgâr sert esiyor. Ama her şeye rağmen… Barış, ortak bir sorumluluk projesi ve yeni bir toplum sözleşmesi imkânı sunuyor. (Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde yazdıklarını düşünüyorum burada. Toplumdaki grupların birlikte oluşturdukları ‘toplum sözleşmesi’ anlamına da gelen barış).
Barış gerçek anlamda ‘biz’ olabilme şansıdır…
İnsan hayatında önce “biz” vardır. Sonradan sen, ben, biz ve siz ortaya çıkar. Annenin karnı, yaşamın cennet gibi algılandığı bir “biz” hâlidir. Sonra doğum gelir… Ama doğuma rağmen, annenin kendisini çocuğa akort etmesi, hayatını bebeğe göre düzenlemesi, bu “biz”i bir süre daha devam ettirir. Sonra otonomi başlar; çocuk, anneden bağımsızlaşır. Anne de zamanla çocuktan uzaklaşarak “ben” olmayı hayatında çoğaltmaya başlar. Böylece anne ve çocuk, “sen” ve “ben” olurlar. Ama aynı zamanda, başkalarına göre hâlâ bir “biz”dirler. Aile içinde, akrabalık ilişkilerinde, farklı aidiyetlerde biz olarak var olmaya devam ederler. Bir ülke de böyle büyür. Kendi ötekilerini, azınlıklarını, farklı cinsel yönelimleri olanları, başka diller konuşanları, başka tanrılara inananları, engellileri, toplumun en güçsüzlerini, lobisi ya da sendikası olmayanları da içine katarak büyük bir “biz” olmayı başarır. Cumhuriyet boyunca başarılmayanı başarmak… Biz olmak…
Birbirimize düşmanlaşarak harcadığımız enerjiyi, birbirimiz için harcamanın zamanı belki de… Kimileri, ütopyaları yok ettik diye seviniyor. Ama ütopyasız hayatların sevilecek yanları da azalıyor. Biz olmak ve herkesin daha küçük “biz”ler olmasına sevinmek… Ben ve sen olmanın “biz”de anlam kazandığını deneyimlemek… Şairin yalancısıyım… “Yaşamak bir ağaç gibi hür” demişti… Ve sonra da eklemişti: “… bir orman gibi kardeşçesine.”
Adam, karısına ve çocuğuna şiddet uyguluyor. “Benim ailem değil mi? Severim de döverim de.” Ama aynı adam, karısına bakan ya da çocuğuna “öteye gider misin” diyen birine adeta düşman kesiliyor. İçeride ve dışarıda… “Biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı en kalın çizenler, “biz”in içindeki zulmün de sorumluları. “Kendi içimize karıştırmayız” diyenler, kendi içlerini cehenneme çeviriyorlar. “Ülkemizden bir çakıl taşı vermem” diyenler, ülkenin talan edilmesine, ormanlarının yakılmasına, denizlerinin tuzlu suya dönüşmesine, böceklerinin ve çiçeklerinin yok edilmesine sessiz kalıyorlar… Yeniden “biz” olmanın zamanı geldi. Birey olmak, birçok kültürde nispeten yeni bir olgu. İnsan, evriminden bu yana “biz” olarak var olabildi. Soğuğa, doğaya, vahşi hayvanlara karşı birlikte mücadele etti. “Biz” olarak organize olan gruplar, avlanmada ve tarımda daha başarılı oldular. Son yıllarda ise hep “bana”, hep “bana” anlayışı, tarihsel deneyimlerle doğrulanmıyor. Belki de yeniden, ama başka bir şekilde, “biz” olmanın vaktidir… Ortak bir gelecek kurmaya çalışmak, yeni yurttaşlık tanımımız olabilir. Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Ermeni, Süryani… Birilerine kimlik dayatmak yerine, kimlik motifleri sunabiliriz. Kimlik olarak dayatılan özellikler, bireylerde introjekt (psikolojinin asimile edemediği, kişinin içine konulan ve sürekli rahatsız eden yabancı deneyimler) olarak kalır. Oysa kimlik motifleri, içselleştirilebilir ve bu kültürel akıcılık karşılıklı olabilir. Türklük, Alman kültürünün bir zenginliği hâline geldi ve bu iki kültür, sürekli ikili ve karşılıklı bir etkileşim içinde. Bu durum kültürel canlılık, dönüşüm ve zenginlik demektir. Aynı şekilde Alevilik bir zenginliktir, Kürtçe de bir etkileşim alanı olarak görülebilir.
Psikanalist Salman Akhtar (2007, Immigration und Identität = Göçmenlik ve Kimlik, s. 71), kültürler........
© Artı Gerçek
