menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

KUR’ÂN VE ŞERİATIN TARİHSELLİĞİ

17 0
19.03.2025

Hukûk, norm, nomos, namus ve şeriat kelimeleri eş anlamlıdır. Ancak çağımızın ne şeriat düşmanları ne de şeriat taraftarları şeriatı gerçek anlamda bilmektedir. Kimisi “Kahrolsun şeriat!” derken hukûk ve norm fikrine itiraz ettiğini bilmediği gibi “Yaşasın şeriat!” diyen de yasaların tarihsel ve değişkenliğinden haberdar değildir. Her iki zihniyet de karşıt kulvarlarda duran benzer zihinsel yaklaşımlardır. Bu nedenle şeriatı getireceğiz diyerek Arap-Yahûdî hukûk normlarını savunanlara karşı bizzat Kur’ân’ın dilinden ve devrimci Muhammed’in uygulamalarından hareketle cevap vermek bilhassa sözde dindâr muktedirlerin egemenlik kurduğu bir zeminde zorunluluk haline gelmiştir.

Şeriat, bir araziyi sulamak için su çekmek veya su içmek için su kuyusuna gitmektir. Bir konuda eşitlenmeyi de içerir.[1] Çöl Arap’ının sıcakta kana kana su içmesini hatıra getiren şeriat kelimesi Arap-Sâmi toplumlarında insan hayatında su gibi öneme sahip olan hukûk kurallarını kasteder. Çünkü hukûk tanımazlık ve töre bilmezlik şiddeti doğurur, saygıyı kaldırır; güçlüyü haklı, haklıyı güçsüz yapar. Bu nedenle hiç kimse hangi mevkide olursa olsun hesabına uymayan durumlarda şeriatın üstünde olamaz ve “Ben hukûku tanımıyorum.” diyerek küstahlık sergileyemez. Böyle diyen biri Firavunluk sergilemiş olur ve her Firavuna karşı Mûsâ gibi mücâdele etmek, Firavunun kurulu düzenine başkaldırmak devrimci Musa’nın sünnetidir.[2] Tıpkı Mekke’nin firavunlarına isyan eden devrimci Muhammed’in başkaldırısı gibi.

Şeriatı gündem yaptığımızda Türkiye halklarının pek çok kavramı yanlış tanımladığı da ortaya çıkmaktadır. Kavram kargaşasından kurtulma bağlamında bir değerler sistemine bağlı inanç ilkeleri[3] dîn diye tanımlanırken o değerleri yaşamında paylaşarak birliktelikler oluşturan topluluğa millet denir.[4] Milletin dîni yaşamak için uyguladığı hukûk düzenine de şeriat denir. Farklı dîn, şeriat ve milleti içererek evrensel insânî taleplerde birleşen toplumlara da ümmet denir. Tıpkı Medîne Vesikası’nda farklı dîn, millet ve şeriat tanımına sahip kimselerin Medîne ortak kimliğinde birleşmelerine Medîne ümmeti denilmesi gibi.[5]

Toplumsal törelerden bana kadar ulaşanların doğrularını onaylamak ve dîn diye uydurulmuş pek çok yükten sizi kurtarmak için ortaya çıktım. Topluma karşı sorumluluklarınızı fark etmeniz ve bu konuda benimle birlikte harekete geçmeniz için[6] size vicdân, akıl ve sağduyudan sesleniyorum. Toplum benim de sizin de besleyen, büyüten ve donanım kazanmamıza vesile olan yapıdır. Öyleyse toplumun faydasına iş yapın ve değerler üretin.[7] Çünkü yolun doğrusu budur.[8][9] âyetlerinde her vicdânlı sesin daha önceki vicdânın seslerini onayladığı dillendirilir. Hahamlar, Yahûdî halkını yönetmek için Tevrat’ta olmayan binlerce hükümler icat ederek halkı hem boğdular hem de kontrol ettiler. Önce Tevrat’ın bir alternatifi olarak Talmut adlı kitabı oluşturdular. Sonra da Talmut’un şerhi[10] olarak Mişnâ’yı ve Mişna’nın şerhi olarak da Gemara’yı yazdılar. Bunların dışındaki tüm yaklaşımları dîne aykırı kabul ettiler. Talmut, Mişna ve Gemara’ya kabbala[11] adını vererek bu gelenekle çatışan düşünceyi reddetme adına da “İm kabbalah nâ kabbal[12] diye kendilerince genel geçer bir söz uydurdular. İşte devrimci Muhammed Tevrat’ın üzerine bindirilmiş ve insanları boğan süprüntülerden halkı kurtarmak için onlara ve onların şahsında çevresine çağrı yapmaktadır. Ancak dikkat edilirse devrimci Muhammed hem geçmişin olumlu törelerini devam ettireceğini hem de yeni töreler getireceğini vurgulayarak şeriat denilen hukûk kurallarının değişkenliğini dile getirmiş oluyor. Buradan da dînin tek olduğu ancak şeriatların değişken ve çok olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani adâlet tek bir kavramken onu temin eden kanun, yönetmelik ve uygulamalar ise yaşamın değişiyle uyumlu, yenilenebilir ve güncellenebilir karakterde olan bölgesel, tarihsel ve kültürel kararlardır.

Eski çağların kitaplarından doğru adına ne kalmışsa onları sürdüren ve onların doğruluğuna tanıklık eden akıl, vicdân ve sağduyu mesajları senin kalbinde yer etti. Bu nedenle sen halkların arasındayken vicdân, akıl ve sağduyunun sesine kulak vererek kararlar ver.[13] Kararlarında seni saptırmak isteyenlerin oyunlarına gelme.[14] Herkesin bir yol ve yöntemi vardır, herkesin bir yoğurt yiyişi bulunur.[15] Tanrı isteseydi herkesin nitelik ve yetenekte tek tip olan bir toplum yapabilirdi.[16] Fakat o zaman her birinize verilmiş birbirinden farklı yeteneklerin bir anlamı kalmazdı. Siz yeteneklerinizi deneme-yanılmaya uğratamaz ve niteliklerinizin kullanım derecelerinizi fark edemezdiniz.[17] O halde daha iyi, en iyi olmak için birbirinizle yarışın.[18] Çünkü eninde sonunda toplumun huzuruna çıkıp topluma hesap vereceksiniz. Toplum sizden size verilenler konusunda hesap soracaktır. Hesap verirken aykırı kaldığınız veya ayrı düştüğünüz konularda size aydınlatıcı gerekli bilgiler verilecektir.[19] âyetlerinde şir’aten kelimesi geçmektedir ve bu sözcük su kaynağına götüren yol anlamına gelir. Şeriat vicdân, akıl ve sağduyuya ulaştıran hukûk yolu iken minhâc su kaynağına giderken geliştirilmiş yol ve yöntemlerdir. Âyetlerde her topluma ait minhâcın olduğunun belirtilmesi şeriatların değişken olduğunun Kur’an tarafından ilan edilmesidir. Bu nedenle hukûk düzenleri ve hükümleri her toplumda farklı genişlik ve anlayıştadır. Unutmayalım ki dîn, yağmur; şeriat topraktır. Yağmur yağar ancak her toprak kendi özelliğine göre ürün verir. Yani yağmur sabit, toprak ve ürün değişkendir.

Besleyen, büyüten ve donatan toplumun sevgisini onlar mı insanlara bölüştürüyorlar?[20] Onlar yeryüzünde geçimlerini sağlayacak farklılıklarını nasıl ki toplumdan elde ettilerse kiminin kiminden daha nitelikli imkâna ulaşması da birlikte çalışmanın motivasyonu olmuştur. Toplumun sevgisi de böyle bir mantıkla dağıtılır. Böylesi bir paylaşım kendi için toplayıp biriktirmekten daha hayırlıdır.[21] âyeti bazılarının bazılarından üstün nitelikte olmasını birlikteliğin oluşum nedeni olarak görür. Yani elbiseye ihtiyacı olan biri terziye, ayakkabı giyecek olan kişi ayakkabıcıya, edebiyat öğrenmek isteyen kimse yazar ve sanatçıya, seyahate çıkmak isteyen bir yolcu şoföre, arabasını hareket ettirmek isteyen şoför akaryakıt satıcısına; ev sahibi olmak isteyen biri sıvacı, demirci ve inşaat işçisine; korunmak isteyen kimse emniyet görevlisine, adâlet isteyen kişi avukat, savcı ve hâkime; gözü ağrıyan göz doktoruna muhtaçtır. Bir hâkim, yamulan arabası için kaportacıya ve bir başbakan doymak için çiftçiye ihtiyaç duyar. İşte bu gerçeklik Kur’an’da bazısının bazısına üstünlüğü olarak dillendirilir.[22] Bu üstünlük tek taraflı değildir. Bir beyin cerrahı giyinmek için terzi ve tekstil fabrikasına muhtaçken bir tekstil işçisi de beyin ameliyatı için beyin cerrahına muhtaçtır. Bunların her ikisi kendi alanında bir ötekine üstündür. Yani en nihayetinde herkes herkese muhtaç olduğundan herkes eşittir. Zaman ve meslek gereği daha fazla mal ve para kazanma imkânına ulaşan biri, bahsi geçen gerçekliği görmezden gelerek para biriktiremez, mülkiyet yönlerinden ileri düzeyde olamaz. Bu nedenle bir kimse her ne kazanıyorsa toplumun sırtından kazandığı için yeterli kazanamayan veya imkânları kısıtlı olanlarla derhal paylaşım içine girmelidir. Çünkü Kur’an toplumdaki sevgi ve acımayı biriktirmenin üstünde bir değer olarak sunuyor.

Âyette geçen suhriyyen[23] kelimesi kişisel yetenek ve niteliklerin doğal yöntemlerle ortaya çıkarılması demektir. Bunun gerçekleşmesi için de kişiyi zorlayacak durumların olması lazım gelir ki mücâdele ederken kişi kendini keşfetsin ve yeteneğini ortaya çıkarsın. Herkesin yeteneğini ortaya çıkaracak bir fırsat eşitliğine ulaşması şarttır. Bu nedenle iyi bir aşçı, iyi bir kalp doktorundan; iyi bir demir ustası iyi bir avukattan; iyi bir motor ustası, iyi bir öğretmenden; iyi bir terzi, iyi bir yöneticiden; şehrin lağımını temizleyen iyi bir işçi, iyi bir âmirinden daha değersiz ve gereksiz değildir. Herkes kendi işinde önemli ve kendi yerinde gereklidir. Bu bakımdan herkes, herkesle eşittir; hiç kimse yokluk, yoksulluk ve eşitsizlikle karşı karşıya bırakılamaz; varoş yaşamlarıyla burjuva hayatının iç içe olduğu bir toplum düzeni kabul edilemez. Bir toplumun var oluşunda herkesin payı varsa, herkes üretimden ve kârdan ortaya çıkan payını âdil biçimde almalıdır. Dînlerin ortaya çıkış amacı da esasında âdil bir toplum yaratmaktır. Yeryüzünde âdil bir toplum yaratılınca dînler çağı sona erecek, vicdân, akıl ve hukûk çağı egemen olacaktır. Çünkü dînler varoluş amaçlarını gerçekleştirerek kendi kendini yok edecektir. Bunun için toplumlar, dînlerin oluşum gerekçelerini ve tarihsel serüvenlerini ön yargısız biçimde öğrenmelidir. Bu aşamada tek tehdit, dîn ve milliyetçilik kimlikleri üzerinden toplumları parsel parsel ayırıp istediği gibi güden ve toplumların bilinçsizliğinden veya çıkarlarının peşinde koşmalarından beslenen kapitalist ve abdestli kapitalistlerdir.

Sen de işlerinde seni dinamik tutan bir yol ve yönteme ulaştın.[24] Sen bildiğin yoldan şaşma ve kendini bilmezlerin isteklerine uyma.[25] âyetinde değişmez ilkeler el-emr kelimesiyle belirtilirken değişken ve yerel yasalara şeriat denilmektedir. Çünkü aktardığım ayetin iki üstünde[26] Mûsâ toplumuna da devrimci vicdân elçilerinin geldiği, bu sâyede halkın güç ve imkânlara ulaştığı ve vicdânî değerlere kavuştukları anlatılarak devrimci Muhammed’in de aynı içerikteki gerçeklere farklı bir şeriatla ulaştığı ve devrimci Muhammed’in bu konuda Yahûdî toplumunun kendi şeriatını üstün görmesini umursamaması gerektiği dillendirilmektedir. Böylece şeriat, her toplumun kendine göre değişen yasamaları anlamı kazanmaktadır.

Bu ayeti Zuhruf-32 ile birleştirdiğimizde Yahûdî, Hristiyan, Sâbiî ve Müslüman[27] toplumların kendilerine ait yetenekleri birleştirerek birinde olup da diğerinde yeterli düzeyde olmayan yetenek, deneyim ve olanakların insanlık menfaati için ortaklaşa kullanılması anlamı çıkar. Yani her kültürel ve toplumsal enerji sinerjiye dönüştürülmelidir. Bu yaklaşımı dikkate aldığımızda hem devrimci Muhammed’in hem Kur’an’ın geçmişe ait deneyim ve faydalı uygulamaları devam ettirdiği görülecektir.

Kur’ân’ın kaynağı varlıklara babalık eden, onları doyuran, besleyen ve büyütendir. Kur’ân, halkı uyandırman için anlaşılır bir Arapçayla[28] ve toplumsal kirlere başkaldıran ideolojik çıkışın nedeniyle gönlünde doğdu.[29] Daha önceki zamanlarda da Kur’an’ın benzeri hikmetli sözler söylendi.[30] İsrail oğullarının bilginlerinin bu gerçeklikten haberdar olması söylediğin sözlerin doğruluğu konusunda kanıt olarak yeter.[31] âyetlerinde geçen zubur, içinde hikmetli sözlerin olduğu eserlere denir. Ayrıca kulaktan kulağa anlatılageldiğinden hafızalarda sürekli yaşatılan sözleri de kasteder. Kral Davut’un kitabında da yasalar yerine hikmetli sözler bulunduğundan kitabına Zebur[32] adı verilmiştir. İlginçtir ki bu âyetler Kur’an’ın benzersiz olmadığını, daha önceden de Kur’an gibi eserlerin olduğunu ve Kur’an’ın da bunların devam ve tekrarı olduğunu belirtir; Tevrat’ın kitaplarını[33] bilen Yahûdî bilginlerini de bu konuda tanık tutar. Kur’an, bu nedenle kendinden önceki davranış biçimlerine pek dokunmaz. Onlar üzerinden yeni zihniyetini inşa eder. Çünkü Kur’ân’ın söylemleri eskiden söylenen ve anlatılagelen sözlerden farklı bir şey değildi. Eskiden var olan söylemleri eyleme geçirecek cesarette birilerine ve Mekke zulmünü devirecek yeni bir atılım ve rûha ihtiyaç vardı. Bu rûh da Mekke yetimlerinden bir yetim olan devrimci Muhammed oldu.

Rûhu’l-kudüs, “Kendini ve toplumu kirlerden temizleme hareketi” demektir. Hata ve eksiklik somut ve soyut pislik üreteceğinden dolayı hatalardan kaçma hareketi, hataları yok etme hareketi anlamlarına gelir. Geleneğin bu tamlamayı hemen melek Cebrâîl diye çevirmesi sadece bir ön yargıdır. Rûhu’l-emîn de güvenilir olanın hareketi, güven hareketi, emniyet hareketi anlamlarına gelir. Peygamber denilen vicdân, akıl ve sağduyu elçileri toplumda sosyal ve psikolojik arınma süreci yaşayarak toplumda hareket başlatırlar. Böylece Arap-Sâmi toplumlarında temiz ruh, güvenilir ruh olarak adlandırılırlar ve öncü oldukları misyonun insanlığı kölelik, sömürü, zulüm, adaletsizlik ve eşitsizlik kirlerinden kurtarması nedeniyle temiz ve güvenilir olduklarını ispatlamış olurlar. Hindistan’ın efsane lideri Gandi için de Hint halkı mahatma[34] ünvanı kullanmıştır. Dolayısıyla topluma önder kişiliklere rûh ünvânı vermek Ortadoğu kültüründe çağlar boyu devam eden yaygın bir söylemdir. Hint-İran kültürünün izlerini taşıyan Şiî dünyasında da Tanrı’nın isteğine göre bir hareket ürettiği düşünülen önderlere ruhu’l-lâh[35] ünvanı verilir.[36] Dolayısıyla Kur’ân burada tarihsel bir dil üzerinden devrimci Muhammed’in başlattığı hareketi tanımlamaktadır.

Tanrı’nın ruhu veya Allah’ın gölgesi tamlamaları bölgesel bir dildir ve Arap algısının işleyişinde tarihsel bir yeri vardır. Ancak kimileri Emevîler gibi bu tür söylemler üzerinden halklar üzerinde Tanrılık kurmaya çalışmışlardır. Emevîler, bir hadîs uydurmacılığı eseri olarak krallarına zillu’l-lâh[37] ünvanı vererek karizma yakalamaya çalışmışlar ve onların saltanat putçuluğuna mirasçılık yapan zihniyetlerini Osmanlılar da sahiplenmişlerdir. “Krallar, yeryüzünde Tanrı’nın gölgeleridir.[38] biçiminde aktarılan bu uydurma hadîs Mâverdî’nin Abbasilere, İbn-i Teymiye’nin Memluklülere karizma kazandırma endişesine benzer kasıtlı bir hatadır. Öyle ki Kur’anla hiçbir noktası örtüşmeyecek olan “Altmış yıl diktatör bir sultanla yaşamak, bir gece sultansız yaşamaktan daha iyidir.[39] biçimindeki Tanrı-Kral tiplemelerini yüceltici ifadeler, saraylarda beslenen ve sultan sofrasının kemiklerine talip olan ulemânın uydurmalarıdır. Çünkü yöneticilere köpeklik yapan bir kısım ulemâ, toplumda sınıflaşma yaratan ve bu nedenle egemenliğini zulümle ayakta tutan efendisine karşı borcunu uydurduğu hadîsler, verdiği fetvâlar, uyuşturduğu vaazlar ve toplum mühendisliği projesi olan mezhepçilik ile ödedi. Şimdi asırları aşan bu aptallıklara karşı çıkanlar Ehl-i Sünnet düşmanı ilan edilmektedir. Çok şükür ki mezhepçi, sultancı, devletçi, tek adamcı, sözde sahîh hadîsçi, tarîkâtçı, cemaatçi; devletin sembol, kurum ve yetkililerine tapıcı niteliklerle kimlik kazanan Ehl-i Sünnet mezhebinden değilim. Eğer gerçek bir sünnet ehli varsa ve bu da Kur’an’ı dosdoğru anlamanın sapasağlam uygulaması ise o durumda tarihselci bakış açısına sahip olmak gerçek bir sünnet ehli olmaktır. Ancak mezhep kiriyle bulanmış, hadîs uydurmalarıyla çirkinleşmiş, fetvâlarla yalakalığını ilan etmiş, yöneticilerin başyalaması olmuş ve devrimci İslâm’ı uyuz bir ritüel dîndârlığına dönüştürmüş Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hizbine[40] karşı olmak Kur’an’a yandaş, devrimci Muhammed’e yoldaş olmaktır. Bu satırların yazarı kendini Şiî ve Sünnî bataklıklarından arındırmış dupduru bir Muhammedî barış ve devrim yolunu seçmiş biridir.

Daha sonraları eski devrimcilerin takipçisi olarak Meryem oğlu İsa toplumsal yasa ve törelerin[41] doğrularını onaylayan biri olarak ortada görüldü. İsa, halkına doğru yolu gösterme ve onları aydın kimseler yapma amacıyla yasa ve törelerde doğru adına ne kalmışsa hepsini devam ettirme, yanlışlardan sakınmak isteyenlere rehberlik yapma ve gönlü yumuşatan bir öğüt verme maksadıyla müjdeler getirdi, müjdeli sözler[42] söyledi. İsa’nın müjdesine güven duyanlar ondaki vicdân, akıl ve sağduyu mesajlarına uygun davransınlar.[43] Vicdân, akıl ve sağduyunun gereğini yapmayanlar[44] deliğinden fırlamış fare gibi gerçeklerden kaçanlardır.[45] Sen de gerçeğin dili, senden önceki bilgi ve haberlerin doğrularını onaylayan,[46] geçmişten gelenlerin eğrisi ile doğrusunu ayırt eden, toplumsal sorunlarla ilgilenen, doğrulara tanıklık eden[47] biri oldun. Bundan böyle onların arasında sevgi, acıma, adâlet; ölmemiş algı, öldürülmemiş kavrayış, ön yargılarla körelmemiş yaklaşım ve sadece gerçeğin peşinde koşan saf akılla karar ver.[48] Vicdân, akıl ve sağduyunun sesini kısarak onları dinleme. Herkesin bir yoğurt yiyişi, bir tarzı vardır. Tanrı isteseydi hepinizi tek tip bir toplum[49] yapardı. Ancak bu durumda herkesin farklı yetenek ve niteliğini uygulama becerisi ortaya çıkmazdı.[50] Niteliklerinizi hayırlı işlerde yarıştırın.[51] Çünkü eninde sonunda yaptıklarınızı toplumdan gizleyemeyeceksiniz. Toplumsal vicdân, aranızdaki çekişmeler konusunda kararını verecektir.[52] âyetleri İsa ve Muhammed üzerinden vicdânî gerçeklerin bir süreçle devam ettiğini, Muhammed’in ilk devrimci elçi olmadığı gibi devrimci elçiliğin devamının da vicdânî bir yasa olduğunu belirtmektedir. Yeryüzünde adâlet, eşitlik, merhamet, sevgi, kardeşlik ve özgürlük için çaba ortaya koyan herkes devrimci vicdân elçisi olduğu gibi bu değerleri savunan her eser devrimci bir kitaptır. Bu bağlamda Kur’ân ve Muhammed vicdân, akıl ve sağduyunun ne ilk mesaj ve mesajcısı ne de son bildiri ve bildiricisidir. Bu yasa insanlık var oldukça sürecektir. Çünkü sünnetu’l-lâh denilen Tanrı davranışı, yani evrende var olan vicdân, sağduyu ve aklın evrensel değerleri değişmezdir; tüm zaman ve çağları kapsar. Bu nedenle yeryüzünün her neresinde hayır, barış ve adâlet için bir eylem varsa, kıyasıya bir mücâdele ortaya konuyorsa orada Müslim (barış hareketi üyesi), mümin (güven hareketi üyesi), devrimci vicdân elçiliği ve vahiy denilen devrimci dönüşüm mesajları vardır. Her nerede bir bilgi karartması, despotik dayatma varsa; özgür düşünüp serbestçe konuşma, yaşam hakkına saygı duyma hakları yoksa orada şeytanın[53] egemenliği vardır. Kur’ân, bu beldeye özgürlük, eşitlik ve barış gelene kadar savaş ilan eder. Barışın olduğu yerdeki tek rekâbet, “Kim daha iyi, daha güzel ve daha faydalı işler ve üretimde öne çıkacak?” yarışıdır. Bu yarışta yarıştığın kişinin iyiliği de dikkate alınır.

Yoksa ‘Muhammed, Kur’ân’ı kendi uydurdu.’ mu diyorlar? Onlara ‘Kur’an’ı uydurmuş olsam toplumdan gelecek olumsuz tepkiyi siz bile önleyemezsiniz. Halk, sizin niçin böylesi saçmalıklarla bana karşı çıktığınızın farkındadır. Sizinle benim aramda vicdân ve sağduyu hakemdir.[54] Çünkü bağış, sevgi ve merhametin kaynağı kaybedilmemiş olan vicdân ve sağduyudur.’ de. Onlara ‘Vicdân, akıl ve sağduyu sahibi devrimci elçilerin ilki değilim. Ne kendimin geleceği ne de sizin geleceğiniz hakkında bir fikrim var. Sadece yüreğimin sesini dinliyorum. İçime doğan anlamlara uygun hareket ediyorum. Sizi gizlisi saklısı olmayan bir uyanışa[55] çağırıyorum.’ de.[56] âyetlerinde vicdân, sağduyu ve aklın devrimci elçisi Muhammed, kendinin daha öncekilerden farklı olmadığını söyleyerek yukarıdaki âyetleri destekler. Böylece devrimci vicdânlardan fışkırıp çıkmış ve tüm çağlarda geçerliliğini korumuş evrensel mesajların farklı zamanlarda ve farklı dillerde sürekli tekrarlandığı, vicdânından konuşan tüm devrimci eylemcilerin Tanrı elçisi olduğu belirtilmiştir.

Muhammedî devrimin ana karakterinin geçmişi silip süpürme değil, geçmişin olumlu deneyimlerini devam ettirme olduğunu Ömer ile Peygamber’in bir diyaloğunda da görürüz. Ömer, Peygamberle bir konuşmasında Câhiliye Devri’nde Kâbe’de bir gece itikafta kalmayı adadığını ancak uygulamadığını söyleyince Peygamber, Ömer’e “Adağını yerine getir.” der.[57] Kur’ân’dan Sümer tabletlerine doğru yaptığımız bir zaman yolculuğu Kur’ân’ın kadîm[58] doğruları tekrarlayan ve ortak insanlık suçlarıyla mücâdele eden bir sözler koleksiyonu olduğunu gösterir.[59] Devrimci Muhammed’in Kur’anla yaptığının bir benzerini Halîfe Ömer Medîne’de Yahûdî sinagoglarına gidip onların kitaplarını inceleyerek göstermiştir.[60] Kur’an tüm kadîm dönemlerden günümüze gelen vicdân, akıl ve sağduyu değerlerine uymayan kimseleri kâfir,[61] zâlim[62] ve fâsık[63] olarak niteler. Peygamber’in içinde doğan tepkilerin başını örttüğü sırada zihnine gelmesi veya başına bir örtü örterek kendisiyle baş başa kalıp gönül ve zihninin açılması, daha derin düşünerek bir kanaat sahibi olması Câhiliye Devri’nin kâhinlerine benzer bir davranış olduğundan Kur’an onun bu durumunu görenlere devrimci Muhammed’in sözleri kâhin sözü gibi yalan, hile ve sömürü sözü değildir, hatırlatmasında bulunur.[64] Bu durum devrimci Muhammed’in vicdânî hesaplaşma ve zihinsel üretiminin bir konsantrasyon ve odaklanma içinde oluştuğunu da gösterir.

O devrim elçileri toplum vicdânında yer etmiş değerlerin yönlendirdiği kimselerdir. Sen de devrim elçilerinin yolundan git. Halkına ‘Söylediklerim için sizden parasal, maddî bir ücret beklemiyorum.[65] Kur’ân sadece özünüzdekileri hatırlatandır.’ de. Onlar ‘Tanrı kimsenin zihin ve gönlünde açılımlar yapmaz.’ derken vicdân, sağduyu ve aklı yeterince tanımadıklarını gösterdiler.[66] Onlara ‘Musa’nın yol gösterme ve aydın insanlar üretmek için getirdiği kitap nasıl oluştu? Kendisiyle yüzleşmekten çekindiğiniz ancak gösteriş olsun diye elinizde tomar halinde gezdirdiğiniz kitap nasıl meydana çıktı? Sizin ve atalarınızın bilmediği gerçekleri anlatan öğreti nasıl biçimlendi? Elbette vicdân, sağduyu ve akıl sayesinde oldu.’ de ve onları bataklıkta debelenmeleriyle baş başa bırak. Kur’ân içinde Kâbe’yi barındıran anakenti[67] ile onun çevresindeki halkları uyarman için gönül ve zihin dünyandan fışkırmış, bolluğa kaynaklık eden, kendisine kadar gelmiş tüm doğruları onaylayan vicdân, akıl ve sağduyu sözleridir. Yaşamın aşama aşama sürdüğünü kabul eden ve aralarında dayanışma ile destekleşmeyi koruyan kimseler Kur’an’ın gerçekliğine güven duyarlar. Tanrı hakkında saçma sapan konuşan, kendinde vicdân, akıl ve sağduyudan mesajlar olduğunu iddiâ eden veya vicdân, akıl ve sağduyunun zihin ve gönüllerde anlam ve açılım yapması gibi benim gönlüm ve zihnimde de açılımlar gerçekleşecek diyen kimsenin gönül ve zihin karanlığı ortadadır. Işığı sönmüş bu kimseleri ölüm sancısıyla kıvranırken bir görmeliydiniz. Canı bedenden uzaklaştıran doğa yasaları[68] onlara ‘Hadi, istemediğiniz canınızı çıkarın bakalım. Toplum vicdânında yer etmiş değerleri değersizleştirme isteğiniz ile evren, doğa ve psikoloji yasalarını görmezden gelmenizden[69] dolayı işte bugün onur kırıcı bir sonla karşılaşacaksınız.’ dercesine hatırlatmada bulunur. Toplum onlara ‘İlk yaratılışta olduğu gibi kamuoyu önüne tek başınıza çıkarıldınız. Hayaliyle mutlu olduğunuz servetleriniz gerilerde kaldı. Güç ve karizma bakımından Tanrı ile eşdeğer kabul ettiğiniz Tanrı ortaklarını yanınızda göremiyoruz. Artık şunu kabullenin ki Tanrılık vererek topluma karşı üstünlük yapmalarını onayladığınız torpilcilerinizle aranızdaki bağ büsbütün kopmuş ve dost bildikleriniz de sizi terk etmiştir.[70] âyetleri Kur’an’ın yerel ve tarihsel olduğunu göstermesi yanında vahiy denilen bilgi ve haberin insan zihninde hızlı ve aniden parlamasını öne çıkarır. Ayrıca âyetlerde devrimci Muhammed’in de kendinden önceki vicdân ve barış elçileri gibi halkını uyarması gerektiği dillendirilir. İlgili âyetlerde Kur’ân’ın oluştuğu çevrede yaşam süren halkları uyarması için Muhammed’in gönlünden fışkırıp çıktığı belirtilir. Böylece Kur’ân’ın varoluş sürecinin yerel ve tarihsel olduğu, ancak yaşanmışlıklardan çıkan ana fikir ve temaların evrensel olduğu belirtilmiş olur. İşte bu sebeple Kur’ân’ı anlamanın yolu Câhiliye Dönemi’ni tanımaktan geçer. Çünkü Kur’ân Câhiliye Devri’nin üslup ve diliyle konuşur. Ayrıca İslâm, toplumda iyi, güzel ve fayda için motivasyon oluşturan Cahiliye Devri ritüellerine karşı çıkmamıştır.[71]

Devrimci Muhammed’in anıları, düşünceleri, hedefleri ve yaşadıklarını içeren Kur’ân; evrensel mesajlar vermek için yerel ve tarihsel olay ve olguları aktararak yazılış ve oluşum süreci bakmından tarihsel bir metin olduğunu, ancak içinden evrensel mesajların da çıkarılabileceğini göstermiştir. Zaten tüm yerel eserlerden evrensel hükümler çıkarılabilir. Bir eserin dil ve kültür yönünden yerel olması evrensel değerler taşımadığı anlamına gelmez. Örneğin Victor Hugo’nun Sefiller romanının Fransa monarşisinin olayları üzerinden kurgu yapması onun evrensel mesajlar taşımadığını göstermez. Bu bağlamda Kur’ân’ın yerel ve tarihsel karakterine uygun şu örnekleri verebiliriz:

Fil olayı,[72] Kâbe’ye mallar getirerek Kâbe’deki putlar için kurbanların kesilmesi,[73] Peygamberin eşi Ayşe’ye iftira atılması,[74] Ayşe’ye zina suçlaması yapıldığında Ömer’in “Bu büyük bir iftiradır.” çıkışı,[75] Bedir ve Uhud savaşları,[76] Yahûdîlerle ilişkiler;[77] salât, oruç, hac, zekât, karz-ı hasen gibi toplumsal yardımlaşma eylemleri, zıhar meselesi,[78] Arap hacıların hacdan eve döndüklerinde evlerine evin kapısından girmemeleri âdeti,[79] boyunlara halka geçirilmesi,[80] göğün yedi kat diye tanımlanması,[81] hurma lifi teşbihi,[82] deve iğne deliğinden geçerse tabirinin kullanılması,[83] Yahûdîliği seçen Himyeri kralı Zu-Nuvas’ın Hristiyanları Uhdûd denilen içi ateşle yanan çukurlara atmasının anlatılması,[84] aslandan kaçan yaban eşeği benzetmesi,[85] şehrin ileri gelenlerinin devrimci Muhammed’e söyledikleri “Eğer kabilen arkanda durmasaydı seni taşlayarak öldürürdük.” tehdidi,[86] özellikle Temim kabîlesinde kızları diri gömmenin yaygın olması;[87] Kâbe’ye Lât, Uzza ve Menat totemlerinin konulması,[88] Medîne’ye göç edildiğinde devrimci Muhammed’in Yesrip kralı olacağı korkusu yaşayanların korkularını giderecek sözlerin aktarılması,[89] Mekke’nin tarıma elverişsiz bir vadi olması,[90] Kâbe’yi İbrâhîm’in yaptığı,[91] Mekke’nin zenginlikten şişmiş kimselerinin devrimci Muhammed’e “Ayak takımı dışında seni takip eden kimse yok.” diyerek onun sözlerini dinlemekten kaçınması[92] gibi olay ve durumlar Mekke ve Medîne’de yaşanmış veya söylenmiş olan tarihsel aktarım ve deneyimleridir.

İncil’deki “Dileyin size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır. Hanginiz kendisinden ekmek isteyen oğluna taş verir. Ya da balık isterse yılan verir. Sizler kötü yürekli olduğunuz halde çocuklarınıza güzel armağanlar vermeyi biliyorsanız göklerdeki Baba’nızın kendisinden dileyenlere güzel armağanlar vereceği çok daha kesin değil mi?[93] âyetleri Kur’an’da “Eğiten, büyüten, sizi çepeçevre kuşatan ve donatan toplumunuz ‘Bizden isteyin ki isteklerinize ulaşabilesiniz. Yoksa halk için eylem ortaya koymayı kendilerine yediremeyenler[94] aşağılanmış olarak ateşle çevrileceklerdir.’ dedi.[95] âyetiyle devam etmektedir. Yani vicdânın sesi insanlık var olduğundan beri çağlar boyu süregelmektedir. Vicdân farklı topraklarda farklı tını, ses ve sözle sürekli dile gelir ve gönüllerde taht kurar. Bu nedenle Kur’an’ın tarihselliği denilince ilk olarak onun diliyle söze başlamalıyız.

Kur’ân’ın Arapça ile ilgili ne söylediği bilinmedikçe tarihsel yaklaşım eksik kalır. “Elif, lâm, râ. Kur’an, tüm övgüleri hak eden, işleri kusursuz olan; besleyen, büyüten ve donanım veren Tanrı’nın isteğiyle karanlık tiplerden aydın kişiler çıkarman için vicdânında oluşan en kısa ve en hızlı haberdir.[96] Yer ve göklerde her nereye baksanız Tanrı’yı görürsünüz, tümünün sahibi Tanrı’dır. Bu gerçeği görmemek için bilinçli biçimde gözünü kapatarak gündüzünü gece yapanların vay haline! Onların canı çok yanacaktır. Çünkü onlar düşük düzeyli yaşamı devrim sonrası kurulacak üstün yaşama tercih ederler; vicdân, akıl ve sağduyu yolundan insanları uzak tutmak için gerçekleri çarpıtmak isterler. Hatta vicdân, akıl ve sağduyu yolunu dolambaçlı, karmaşık ve tutarsız hale getirirler. Böylece derinden bir saptırma içine girerek vicdân, akıl ve sağduyudan uzaklaşmaya neden olurlar.[97] Her devrim elçisi, mesajını anlaşılır biçimde ulaştırmak için kendi toplumunun diliyle konuşur.[98] Devrim elçisinin apaçık sözlerinden sonra toplum her bireyi kendi tercihine göre bir yere konumlandırır. Kimini yüz üstü bırakır, kimini de yöneldiği doğru yolda yürütür. Çünkü sağduyulu kolektif akıl, toplum vicdânı, kamuoyunun vicdânî bilinci daima bilgece yönlendiren ve hikmetli sonuç elde eden niteliktedir.[99] âyetleri vicdânı ölmemiş, ön yargılara hapsolmamış; barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve adalet duygularına karşı cephe almamış toplumsal bilinç düzeyinden bahsetmektedir. İşte bu kıvamdaki bir toplumun yönlendirmesi yeryüzünü cennete çevirecek tek gerçekliktir. Ayrıca âyetler her toplumun kendi ana diliyle doğruya yönlendirileceğini, sağlıklı iletişimde kişinin anladığı dil sayesinde mesajın hedefine ulaşabileceğini vurgulamaktadır. Böylece hiçbir dilin bir ötekine üstün ve seçkin olmadığı da vurgulanmış oluyor. Çünkü her toplumda vicdân, akıl ve sağduyu çağrısı yapan bir devrimci olmuştur,[100] devrimci Muhammed’den sonra da devrimciler olacaktır. Zira yanlış, sömürü, eşitsizlik ve özgürlük düşmanlığı eylemlerine karşı daima Tanrı’nın verdiği yeteneklerle başkaldıranlar olacaktır. Adâlet, özgürlük, kardeşlik ve barış yurdu için hegemonik[101] düzenlere isyan eden herkes vahyin yolunda bir elçi, bir devrimci, bir devrim elçisidir. Ancak “Eğer istenilseydi tüm köylere kadar her yerde halkın vicdânını uyandıran devrim elçileri çıkardı.[102] âyeti kimi beldelerin toplu intihar ettiğini, doğru yoldan sapma konusunda birleştiğini ve içlerinden vicdân patlaması yaşayan kimselerin çıkmasına izin verilmediğini anlatır.

Mekkeli egemen güçlerin Mekke dışından gelen hacı adaylarına şehir dışından yiyecek ve giyecek getirmelerini yasaklaması,[103] hacı adaylarının Mekke içinden alışveriş yapmalarını zorlaması ve buna dinsel sahtelikler uydurarak dayanak oluşturmak suretiyle zenginleşmeleri,[104] ürettikleri sembolik heykellere tanrılık veya Tanrı’ya aracılık karizması verenlerin devrimci Muhammed’e “Güçlü olmazsak düşmanlarımız bizi yurdumuzdan sürüp atar, bu nedenle ekonomik güç tekelleri[105] oluşturmamıza neden olan Kâbe kaynaklı dinsel karizmadan vazgeçemeyiz.” biçimindeki itirazı,[106] Medîne’nin asıl adının Yesrib olduğu,[107] çöl halkının kabalığı;[108] Kâbe merkezli ticaretin güven içinde yapılması için genelde muharrem, recep, zi’l-kâde ve zi’l-hicce aylarının barış ayları kabul edilmesi,[109] Mekke ve Medînelilerin kutsadıkları putların kabileyi Tanrı’ya yakınlaştırdıkları düşüncesi,[110] putların bir arada tutulduğu ve tapınma ritüellerinin yapıldığı alana tağut denilmesi,[111] devrimci Muhammed ile Hristiyanların arasında kendi devrinde Yahûdîlere göre daha sıcak ilişkilerin olması,[112] ateş ve sıcağın rahatsız edici olması nedeniyle kötülüğün şeytan kelimesiyle sembolleştirilmesi,[113] Ficar Savaşları nedeniyle Mekke’ye egemen olmak isteyen ve bu amaçla kabîlelerin birbirleriyle savaşmalarında derin ve ciddi etkisi olan Sâsânîlerden hoşlanmayan devrimci Muhammed’in Bizans-Sâsânî savaşında Bizans’ı tutması,[114] devrimci İsa’dan önce Yahûdî zihniyetine karşı çıkarak Basra’ya yerleşmiş olan Yahya taraftarı Sâbiîler hakkında olumsuz sözler söylenmemesi;[115] Mekke’de Zerdüşt/Mazdek fikrini benimseyen Ebu Süfyan, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil, Ubey bin Halef, Ukbe bin Ebû Muayt, Nadr bin Hâris, Münebbih bin Haccâc ve Nubeyh bin Haccâc’ın Kureyş zındıkları diye tanınması ve bunların ölüm sonrası dirilişin olmayacağı iddiâsına karşı cevap verilmesi[116] Kur’an âyetlerinin belli bir coğrafya, belli bir kültür ve tarihten çıktığını göstermektedir. Çünkü bunların hiçbiri Orta Asyalı bir çoban, Avrupalı şato sahipleri, Kanada’da yaşayan yerli, Afrikalı zenci ve Latin Amerikalı İnka için çok anlam ifade etmeyen Arap kültür ve tarihidir.

Kur’an’ı okuyan biri geleneksel Arap yaşam biçimi üzerinden konuşan ve çözümlemelerini de bu anlayışa uygun bir mantık ve dille açıklayan bir metin ile karşılaşır. Arap olmayan yabancı bir okur, Kur’an’ın tarihsel arka planını bilmediği sürece Kur’ân’ın doğrudan tercümelerinden pek bir şey anlamaz. Bu nedenle Kur’ân üzerinde söylenen her söz sırasında âyetlerin tarihsel ortamı, Arapların kültürel yaşamı ve Ortadoğu’nun o günkü siyasal, dînsel, hukûksal ve ekonomik ilişkileri dikkate alınmalıdır. 8 Haziran 632’de Medîne’de ölen ve kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu olan devrimci önder Arap Muhammed’in kendi toplumsal koşullarında söylemleştirdiği Kur’ân, 2025 ve sonrasında yaşayan Anadolu halklarına seslenmez. Çünkü aradaki 1393 yıllık fark bir yana kültürel ayrımların da olması âyetlerin tarihsel arka planının bilinmesini gerektirir. Fakat tarîkât ve cemaatlerin yanında Kur’ân kursu, İmam Hatip okulları ve İlâhiyât fakültelerinin de Kur’ân’ın arka plânını öğretmekten kaçınması, tarihselci yaklaşımları inkâr ve zındıklık olarak suçlaması kariyer ve konforlarının sarsılması korkusuyla kaçındıkları bir savunma biçimidir. Ayrıca Kur’ân ve devrimci Muhammed’in tarihsel rolleri, yerel kimlikleri, Müslüman tanımının herhangi bir dîne ait olmayı değil evrensel barışçılığı temsil etmesi; mezhep, cemaat ve tarîkâtın Kur’ân’daki dînin dışında oluşturulmuş yeni bir dîn olduğunun fark edilmesi gibi gerçekliklerin ortaya çıkması istenmemektedir. Çünkü bu durumda sözde İslâm ülkelerindeki pek çok kurum, kuruluş, vakıf ve derneğin yok olmakla yüzleşmesi; şeyh ve kanaat önderleri denen kimselerin parasal ve rantsal imkânlarının tükenmesi, resmî eğitim sistemi ile derin devlet yapılarının halkı güdememesi sonucunu doğurur. İşte tarihselci İslâmî yaklaşım en başta dînci siyaset ensafı olmak üzere her türlü ekonomik, hukûksal, psikolojik ve toplumsal egemenler için en gerçek ve tek gerçek tehlikedir. Bu nedenle tarihselci devrimci İslâmi bakış, geleneği putlaştıranlar tarafından şiddetle reddedilmekte ve insanların gözünden düşürülmek için iftiralarla mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Bu önemli hatırlatmaların ardından Arap toplumunu ve bunun Kur’ân’a yansımalarını takip etmeye devam edelim.

Mekke ve civar Araplarında kabîle asabiyesi[117] esastı. Öyle ki Mekke’de Müslümanlara ticaret ve gıda boykotu uygulandığı dönemlerde devrimci Muhammed’i sırf kabîle damarıyla koruyan anti-Muhammedî Haşim oğulları sülâlesi de boykottan nasibini aldı. Bedir Savaşı öncesinde Kâbe’de Tanrı’ya duâ eden Ebu Cehil “Akrabalarla ilişkisini koparan Muhammed ve adamlarını helak et![118] diye istekte bulunmuştur. Mekke’de Kureyşli olan biri diğer Araplardan, Araplar da öteki kavimlerden üstün kabul edilirdi. Bir kölenin öldürülmesine hiçbir itiraz olmazdı. Çünkü herkes mülkünde istediği gibi kullanım hakkına sahipti. Bir kabîleye sığınmış veya kölelikten azat edilmiş kimselere mevâlî denirdi ve bunların özgür Arap kadınlarıyla evlenmeleri yasaktı. Peygamber’in eşi Zeynep’in ilk kocası olan Zeyd ile anlaşamamasındaki psikolojik sebep Zeynep’in kendini bir mevâlî ile evlenmeye layık görmemesi ve kendini aşağılanmış kabul etmesi kabulü yatar.

Câhiliye Devri’ne ait bir anlayış olan özgür-mevâlî çekişmesi özellikle Emevîler tarafından yasalaştırıldı. Emevîler Araplardan özgür kadın ve erkeğin mevâlî ile evliliğini yasakladı, yasağa rağmen evlenenler dövüldü, saç ve sakalı kesilerek aşağılandı ve boşanmaya zorlandı.[119] Hatta mevâlî ganimet payı almasın diye ordunun seferlerinden uzak tutuldu.[120] Bu uygulama daha sonraları Sünnî fıkhın evlilik kuralları arasına soy denkliği (küfüv) adıyla sokuşturuldu. Araplar tazminat bedelini deve üstünden hesaplardı. Örneğin kişi diyeti yüz deveydi. Mekke ve civarında İslâm öncesinde Yahûdî, Hristiyan, Sâbiî, Zerdüşt/Mazdek inancına bağlı olanlar ile İbrâhîm gibi davranıp putlara kurban kesmeyen Hanifler de vardı. Totemcilik ise hem bir ticaret aracı hem de inanç sembolüydü.[121]

Zerdüşt-Mecûsî kültürünün Araplar ve Mekke üzerindeki etkileri yadsınamaz. Çünkü Zerdüşt inancında iyi-kötüyü ayıran kıyâmet gününün geleceğine, âhiret âleminde bir terazi kurulacağına, bıçak gibi keskin bir köprüden geçileceğine, köprüden günahkârların geçemeyerek cehenneme düşeceğine, iyi erkeklerin kızlarla birlikte zevk âlemine dalacağına, iyiler için taze sütten nehirlerin olacağına inanmak şarttı.[122] Kur’ân Arapların bildiği bu anlatıyı aynen kullanarak cennet betimlemelerini buradan yapmasıyla bölgesel ve tarihsel bir söylem olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Mecûsîlikten Araplara geçen kimi âdetler de önemliydi. Mecûsîler beş vakit tapınır ve tapınma öncesinde temizlik yaparlardı.[123] Mekkeli Arapların çok iyi tanıdığı Sâbiîlerde duâ biçiminde tapınma, abdest, oruç, mübarek gün, kutsal tapınak ve hayvan kurban etme ritüelleri vardı. Sâbiîler totemlere tapınacak biçimde kıyam, rükû ve secde yapmaz; sarhoş eden içecekleri içmezlerdi. Çok daha ilginci dînlerini Âdem’den başlayan, kendilerine kadar devam eden bir inanç süreci kabul ederler ve âhiret denilen bir günün geleceğinden bahsederlerdi.[124] Mekkelilerin başlangıçta devrimci Muhammed ve arkadaşlarını Sâbiî olmakla tanımlamaları bu nedenle boşuna değildir.

Arapların Güneş’e tapanlarından kimileri çocuklarına Abdu’ş-Şems[125] adını verirler; Güneş’in doğuş, tepede duruş ve batışı sıralarında olmak üzere günde üç vakit tapınma ritüeli gerçekleştirirlerdi. Bunların paralel izlerini Kur’an’da sürebiliriz. Devrimci Muhammed, Bedir Savaşı’nda alınan esirleri tazminat[126] veya af yoluyla affetmişken Mekke’nin zındık denilen meşhur sekiz kişisinden[127] ikisini[128] ölümle cezalandırmıştır. Bunun nedeni zındık olmaları değil, katliam, zarar ve bozgunculuklarından vazgeçmemiş olmalarıydı.[129]

Süryânîler, tapınaklarına mesgeda derdi. Mekkelilerin mescid kelimesi de buradan gelmektedir. Kur’ân “Ey toprağın oğulları! Hangi mescide Tanrı’yı anmak için giderseniz gidin, gittiğinizde çıplak biçimde olmayın, bayramlık veya misafirlik elbiselerinizi giyin; mescitlerde yiyin ve için ancak haksız biçimde elde ettiğiniz kazançlarınızdan harcayarak yemeyin ve içmeyin.[130] âyetinde mescit gibi toplu yaşamın olduğu yerlerde çıplak dolaşılmaması vurgulandığı gibi mescide giden kimsenin yediği ve içtiğinin sömürü ve haksız kazançla elde edilen bir harcamaya dayanmaması gerektiği dillendirilmektedir. Böylece toplu yaşamın kuralı öğretilirken ruhsal temizlik ve ticari arınmışlık da vurgulanmış oluyor.

Yahûdîler cemaat halinde ritüel yaptıklarında önlerinde imam benzeri biri bulunurdu.[131] Yahûdîler ile Mekkeli Araplarda biri öldüğünde ölü yıkanır, kefenlenir ve musallâ taşı gibi bir taşın üstüne konur; sonra ölünün bir yakını ölü hakkında güzel sözler söyler, konuşmacının sözü rahmetu’l-lâhi aleyh[132] diyerek sona erer, ölü kaldırılır ve gömülürdü. Yeri gelmişken belirtelim ki ikiyüzlü davranan, barışçı Muhammedîlerden yana görünüp de bozgunculardan olan kimselerin cenaze ritüellerine katılma Kur’ân’da yasaklanmıştır. Yani barışa hizmet görüntüsü vererek savaşa katkı yapmış olanların cenaze ritüeline katılmamak Müslümanlığın gereğidir.[133] Devrimci Muhammed, tıpkı Câhiliye geleneğinde olduğu gibi cenazeyi görünce ayağa kalkmıştır.[134] Mekkeli devrim elçisi Muhammed ile onun devrimci manifestosu olan Kur’ân, her türlü sosyal ilişkisinde toplumsal faydaya yönelik tarihsel eylem örneklikleriyle doludur.

Müşrik Araplar bir işe besmele ile başlardı.[135] Mekke Arapları Allah kelimesini tıpkı Yahûdîlerde olduğu gibi[136] “gökte oturan, yanına manevi bir merdivenle çıkılabilen,[137] yer ve gökleri yaratan Tanrı”[138] anlamında kullanırdı.[139] Arap şiirlerinde Allâhumme, yâ Allah gibi ifadelerin yanında Allâh-u ekber[140] cümlesiyle bitenleri vardı. Araplar, rahman ismini özellikle Tanrı için kullanırlardı.[141] Gökteki Tanrı’nın alt makamında tanrılar olduğunu düşünmeleri onlarda totemler üretmeye neden oluyordu. Yani tek Tanrı inancı vardı ancak tek Tanrı ile aralarında bağlantı kurduklarına inandıkları aracı varlıklar vardı ve bunları sembolize eden putlar oluşturulmuştu.[142] Kur’ân tüm aracıları kaldırarak totemizme savaş açtı ve somut putları devirerek soyut putçuluk karşısında da zihniyet devrimi yaptı. Tanrı’ya ulaştırdığı iddia edilen tüm aracı, vasıta ve vesileleri kaldırdı.[143] Devrimci Muhammed’in putçu düzene başkaldırması üzerine dîn üstünden rant kurmuş olan ekonomik, politik ve dînsel egemenler derhal Muhammed ile psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve siyasal savaşa giriştiler. Kur’an, Müşriklerin anti-totemist[144] olan devrimci Muhammed’e eleştirilerini “Gerçeği görmezden gelenler[145] kendilerini uyanmaya çağıran bir akıl, vicdân ve sağduyu elçisinin ortaya çıkmasını tuhaf karşıladılar. Sonra ‘Bu sözlerin sahibi etkileyici bir yalancıdır.’[146] diyerek gerçeği gizlediler. ‘Ne, Tanrıları tek Tanrı’ya mı düşürmüş! Ne tuhaf bir şey!’ dediler. Bunun üzerine putçuluğun arkasında duranlardan bir lider[147] öne atılarak ‘Tanrılarınızı savunmada pasif olmayın, eyleme geçin. Hadi yürüyün ve tanrılarınıza sahip çıkın. Bugün yapılacak tek şey tanrıları korumak için harekete geçmektir.’ dedi.[148] âyetlerinde çok tanrıcılığın kaybolmasıyla ticari zarara gireceğinden kaygı duyanların tavırları anlatılıyor. Mekke ve civarındaki Araplar ticaret yolculukları nedeniyle Mısır, Yemen, Bizans/Yunan, Anadolu ve Sâsânî tanrılarının totemlerini Mekke’ye getirmişlerdi. Bu nedenle onların tanrı algıları somut benzetmeler üzerinden gittiği için yirmi üç yıllık Muhammedî devrimsel dönüşüm projesinde de somut benzetmeler yapılmıştır. Bu bağlamda Hudeybiye’de[149] biat alındığı ve herkesin yeminleştiği bir ortamda “Tanrı’nın eli onların eli üstündedir.[150] denilmesi, yeni bir zihniyete giderken geleneksel dil ve algı üzerinden yararlanma biçimine örnek olmuştur.

Mekke Arapları Tanrı elçisi fikrini reddetmiyor, ancak elçinin zengin, soylu, üst sınıftan biri olması gerektiğini düşünüyordu.[151] Onlar Tanrı’dan bir kitap gönderileceğini de kabul etmelerine rağmen devrimci Muhammed’e güven duymak için göklerden dünyaya atılan bir kitabı görmek istiyorlardı.[152] Devrimci Muhammed, onlara daha önce Yahûdî ve Hristiyanlardan duydukları hikâye, kıssa ve meselleri yeniden ve uyarıcılık amacıyla anlatınca “Bırak bu eskilerin masallarını![153] diyerek kıssadan hisse almak istemediler. Mekkeliler, Tanrı’nın hizmetinde olan melekler anlayışına sahipti. Bu nedenle hamele-yi arş[154] ve mele-yi âlâ[155] tanımlarını kullanırlardı. Kur’ân, Arapların geleneksel melek tasavvurları üzerinden doğal kuvvetleri, evrendeki yasaları, kişisel yetenekleri anlattı. Mekkelilerin çoğunda bir âhiret fikri vardı. Kur’an’daki yevmu’t-teğâbun[156] tamlaması devrimci Muhammed’in zevkle dinlediği şair Ümeyye bin Salt’ın kullandığı bir tabirdi.

Arap-Sami toplulukları her şeyin gökte yazıldığı bir kader düşüncesine sahipti.[157] Yani günümüzdeki kader fikri çok eski olduğundan Muhammed devrinin Arapları da benzer mantıkla devrimci vicdân elçisine itiraz ediyorlardı. Bu konuyu gündeme getiren Kur’ân “Tanrı’yla eşit güç ve büyüleyicilikte varlık edinenler, ‘Tanrı istemeseydi atalarımızla biz Tanrı dışında başka bir şeyi yüceltmez ve Tanrı’nın istekleri dışında yasaklar koyamazdık.’ dediler. Böyle diyenlerin öncekileri de aynı şeyleri söylüyorlardı. Bu çerçevede konuşanlara akıl, vicdân ve sağduyunun devrimci elçileri mesajlarını apaçık bildirmekten başka ne yapabilirler?![158] âyeti kendilerine verilmiş olan özgür davranış ve serbest seçimi görmezden gelerek her şeyin Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olduğunu, kendilerinin de buna göre hareket ettiklerini iddiâ edenlere bir itirazdır. Bu âyet, alın yazısı kabulüne bir reddiyedir.

Mekkeliler, cinleri ikiye ayırır, iyi olanlarına melek derdi.[159] Hâlbuki Musul’dan gelen ve Mekkelilerin tanımadığı yabancıları kasteden Kur’an onları cin diye tanımlayarak cin tasavvurunu değiştirmiştir.[160] Şeytan, ateşle ilişkilendirilerek Arapların çok rahatsız olduğu sıcaklık üzerinden dillendirilmiştir. Çünkü Araplar şeytanı bu şekilde anlardı. Şeytanın ateşten yaratıldığı düşüncesi[161] Araplardaki şeytan-ateş ilişkisine dayanır. Kur’an’ın Arap Câhiliye kültürüne göre oluşturulduğuna verebileceğimiz örnekler arasında cennet ve cehennem betimlemeleri, göğün yedi kat olduğu fikri örnek verilebilir. Kur’an’ın sakar dediği cehennem vadisi aslında Mekke yakınlarındaki bir vadi adıdır.[162] Tıpkı Sırat Köprüsü’nün aslında Zerdüşt dilindeki Sınvat Köprüsü’nden Araplara geçmiş olması gibi.[163]

Mekkeliler Câhiliye Araplarının her ramazan ayında Hira Dağı’na çıkarak bir ay kaldıktan sonra şevval ayı hilalinin görünmesiyle Mekke’ye inip önce Kâbe’yi tavaf ederek evlerine gitmeleri yaygın bir uygulamaydı. Bunu Peygamber’in putperest dedesi Abdu’l-Muttalip’ten tutun putlara tapınma ritüelinden kaçınan Zeyd bin Amr’a kadar pek çok Mekkeli yapardı. Bu itikaf türünü yapmaya tahannus denirdi. Benzer bir uygulamayı yine ramazan ayında putunun başında yapan Araplar da vardı. Mekkeli Arap Muhammed de bir ramazan ayında tahannus içindeyken vicdan patlaması yaşamıştır.

Araplar, Kur’an’daki abdest temizliği emri öncesinde öteden beri abdest alır, misvak kullanır ve idrar nedeniyle kabirde azap çekeceklerini düşünürlerdi.[164] Ancak abdest benzeri temizlik uygulamaları Sâbiîlik, Zerdüştlük, Yahûdîlik ve Hristiyanlıkta var olan bir uygulamaydı. Devrimci Muhammed abdesti aynen sürdürmüştür.[165] Zerdüştlükte suyun olmadığı zamanlarda ellerle toprağa dokunup organlara mesh edilmesi[166] vardır. Hristiyanlıkta su bulunmazsa kumla vaftiz yapılabileceği, Yahûdîlikte de su olmadığında kumla ritüel hazırlığının geçerli olacağı fetvaları vardır.[167] Tevrat’ta âdet gören veya doğum ardından lohusa olan kadın hem cinsel ilişkiden uzak tutulur hem de Tevrat’a dokundurulmaz. Ayrıca cinsellik ardından gusül[168] yapılması emri vardır.[169] Araplarda regl durduktan sonra, lohusa döneminin ardından ve cünüplükten dolayı gusül alma âdeti vardı. Hatta cünüp olanlar tağuta giremez ve totemlere dokunamazdı.[170] Kur’ân’ın gusül emri, kendinden önceki temizlik uygulamalarından başka bir şey değildir.[171] Ancak Kur’ân devriminde regl, lohusa veya cünüp bir kadına dînî metinlere dokunma yasağı olmadığı gibi kutsal bir mekâna girme yasağı, hatta Kur’an okuma yasağı yoktur.

Devrimci Muhammed, Medîne’de Arapların kadîm namaz ritüelini uygularken Mekke’deki Kâbe’ye yönelerek faizci, köleci, tefeci, kabîleci ve dîn tüccarı olup dîn hiyerarşisiyle toplumsal eşitsizlik üreten ve vahye sadakatten ayrılan Yahûdîlerle ortak değerler dünyasının kalmadığını ortaya koymuştur. Hâlbuki Mekke’deyken Kâbe’ye doğru değil Kudüs’e doğru yönelerek kitaplı toplum olan Yahûdîleri kendine yakın görmüştü. Zira kıble yön anlamına gelir. Ritüel sırasında kişinin somut olarak bir yöne dönmesi ile ideolojik yönelimi gösterilir. Örneğin Kâbe’ye dönerek ritüel gerçekleştirilmesi Yahûdîve Hristiyan halkların sosyo-ekonomik ve ekonomi-politik ideolojilerine karşı alternatif bir dünya kurmanın somut göstergesidir.

Devrimci Muhammed’in Medîne’ye göç ettikten bir buçuk yıl sonra Beyt-i Makdis’ten[172] Mescid-i Haram’a[173] dönmesi, Kâbe üzerinden yeni bir ekonomi-politik ideoloji ürettiğinin sembolik davranışıdır. Kişinin ideolojik tercihinin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan şehir, ülke, yön, kitap, bina ve kişi onun kıblesidir. Her ne yüceltiliyorsa; her kim sözünden dönülmez, kusursuz, her davranışı hikmetli, itiraz edilmez, mutlak sevgi ve bağlılıkla tam itaat edilir biri kabul ediliyorsa kişinin kıblesi odur. Bu nedenle günümüzde ve eski çağlarda siyâsî, hukûkî, sanatsal, cinsel ve sportif kıbleler oluşmuştur. Vahiy; vicdân, akıl ve sağduyudan fışkırarak topluma aktığından dolayı vahyin emri olan Kâbe’ye yönelme özgürlük, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik, paylaşım, infak, karşılıksız borç verme, sevgi ve merhameti kıble edinmedir.

Yahûdîler Kudüs’teki Hacer-i Muallak[174] dedikleri taşa doğru yönelerek ritüellerini yaparlardı. Devrimci Muhammed ilk kıble olarak aynı yeri kullanmakla Arap kibrini kırma yönünde de bir eylem sergilemiştir. Böylece ataların yolu değil, devrim elçilerinin yolunun tercih edileceği baştan deklare edilmiştir. Bu nedenle ritüel yaparken Kâbe’yi kıble edinmek tarihsel ve yerel bir tavır almadır, sembolik bir duruş sergilemektir. Ancak temel insan haklarını üste çıkaran değerlere yönelik ideolojik eylemler içerisine girmek Kâbe ile sembolleştirilen kıbleye dönmektir. “Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar her nereye yüzünüzü çevirirseniz çevirin orada yoksul, yetim, miskin, fakir ve açları[175] göreceksiniz. Onlar adına yapacağınız her şey Tanrı adına yapmadır. Her yerde gözü ve kulağı olan[176] toplum, her nerede ne yaptıysanız en ince ayrıntısına kadar bilir.[177][178] âyeti Güneş’in doğuş ve batış yönleri üzerinden örnek vererek Tanrı her taraftadır; vicdân, sağduyu ve akıl tüm yeryüzünü kapsar, mesajı vermiştir. Bu nedenle vicdânî değerler yeryüzünün ne tarafına dönersek dönelim orada mutlaka vardır. Yeryüzünün bir tarafındaki baskı ve dayatmaları kaldırmak için oralara yönelik vicdân hareketleri başlatmak........

© Adil Medya