menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bedevî, medevî, medenî!

55 1
10.08.2025

Lise son sınıftaydım. Üniversite sınavlarına girmek için İstanbul’a geldim. Topkapı Şehirlerarası Otobüs Garajı’nda indim. Elerimizde valizler, o zaman Ülkücülerin hâkimiyetinde olan Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu’na doğru arkadaşmarla yürümeye başladım. Millet Caddesi’nden “Topkapı Suriçi”ne girdiğimiz hatırlıyorum.

Aramızda “Fatih’in İstanbul’a girdiği kapıdan girelim” muhabbeti de yapmıştık. Theodosius Surları ile Suriçi mevkii arasındaki dar bir yoldan epey yürümüştük ki, Fatih’in muzaffer bir hakan olarak girdiği kapıdan değil, muhtemelen Konstantinos (Dragaš) Paleologos’un kanlar içinde yere yığıldığı sokaklardaydık.

Garajdan itibaren ilk İstanbul gözlemimi yapmaya başladım. Güzergâh üzerindeki yıkık dökük surlar, delik deşik ve rengi yağlı-kara asfalt, yollarda sürekli korna çalarak bütün şehri taciz eden dolmuş ve otomobiller, ilk defa gördüğüm ve İstanbulluların “Leyla” adını taktığını daha sonra öğreneceğim Leyland ve Büssing marka İETT otobüsleri, İstanbullu mu taşralı mı ayıramadığım, akın akın bir yerlere koşuşturan kirli sakallı, ütüsüz pantolonlu, yüzü gülmeyen, selam vermeye ahali… Göğsümde ve beynimde kocaman bir burkulma hissedip “İstanbul bu muymuş?” dediğimi hatırlıyorum. Bu soru daha sonra bir kanaat hâsıl edecek ve şu başlığı manşete taşımama sebep olacaktı: “İstanbul evde yok!”

Çünkü biz “taşralılar” için İstanbul’a adım atmak demek dünyayı fethetmek demekti! Amerika, İngiltere, bütün Avrupa’yı........

© Yeniçağ