menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

TÜRKİYELİLİĞİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

20 0
04.09.2025

“Aslında, felsefede, Platon’dan bu yana bilinmektedir ki düşünmek ve konuşmak bir aynı şeydir ama öyle anlaşılıyor ki ‘Türkiyeliler’ bundan müstağnî kılınmıştır! Farklı bir evrim zincirinin ürünü olduğu için henüz evrim tablosunda bir yere oturtulamayan bu garip yaratıkların konuşuyor olmak için düşünüyor olmaklığa hiç ihtiyaçları yok.”

-Durmuş Hocaoğlu

Düğüm düğüm olmuş boğazımızdan birkaç lokma geçirebilmek için hayli çaba sarf ettiğimiz, bizi hareketsiz bırakan dost görünümlü karabasanların ellerini boynumuza götürdüğü, içimize çektiğimiz havanın ciğerlerimizin yönünü bulamadığı, kafamızı dinlemek için çıktığımız sakin tepelerde bir mermi gibi yediğimiz, bizi delik deşik eden rüzgârların ölümü ensemizde hissettirdiği bu günlerde; bunalmışlığın ve sıkkınlığın arasında iki kelam etmek mecâlini bize veren milletimiz, hayatî bir tehlike yaşıyor. Üstelik bu hayatî tehlikenin farkında da değil. Amnezi hastalığı iliklerimizi sarmış, nefes almayı bile unutuyoruz. Millî reflekslerimizi gösterecek takâtimiz kalmamış.

Bir intiharın eşiğinde, uçurumun kenarındayız. Tutunacak dal değil, tutunacak bir ot bile bulamıyoruz. Oysa Türk milliyetçileri, bugünleri öngörmüş, tutunacak bir dal bulabilmek amacıyla kavak ağaçlarını kendisine sırdaş etmişti. Er meydanında salınsın diye dikilen bu ağaçlar yetişiyor ama karşımızdakiler hatta yanımızda zannettiklerimiz bile er değil. Bu yüzden tutunacak bir ot dahi bulamıyoruz etrafımızda. Tutunacak dalı olmadığında Kurt Kaya gibi yücelerden gelen o fermanla “elini çözen” Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun kemikleri sızlıyor.

Firavun’un sarayında kanun yazanlar, nefes almaya çalışmamızı bir “hak ihlali” olarak görüyor. Nemrut’un ateşinde dövülen kızgın demirlerle sözde barış için ıslaha soyunanlar, Hz. Hamza’dan buyrukla açtığımız yüreğimizi hedef alıyor. Kölelik teslimiyet olarak sunuluyor, panzehir diye içtiğimiz suyumuza zehir katmışlar. Her soluğumuzda tıkanıyoruz. Daha derin bir nefes almak için çektiğimiz her hava, bir kement gibi yutağımızı sıkıyor. Göğsümüz daralıyor, genişletemiyoruz. Sanki oksijen değil de kan doluyor ciğerlerimize, asırlık ıstıraplar dimağımızı bağlıyor, Türk milletinin mukadderatı dışında hiçbir şeyi düşünemiyor, dert edemiyoruz. Bugün Türk’ün kanına ekmek doğranıyor. Öyle namert, öyle kahpe bir dönemdeyiz ki sağımızda duran solumuza, arkamızda duran önümüze pusu kurmuş. Medet ummak için açtığımız ellerimize gökler sığmıyor.

Biteceği ümidiyle katlandığımız işkenceler asırlardır bitmek bilmiyor, Türk ve Türkiye üzerinde oynanan oyunların sonu gelmiyor, her lahza bir yenisi ekleniyor. Âkif’in “Ya Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi biçârelerin yoksa felahı? / Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun. / Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun” haykırışına tüm varlığımızla şahitlik ediyoruz. Artık sabahların bile uğursuz olduğunu bile bile…

Mağara duvarına yansıyan gölgeleri gerçek zannedenler, mağaradan kurtulanları hedef gösteriyor. “Namlular, nişanlar Türk’ü gösterdi / Hayatım boyunca hedefte durdum” diyen şâirin adanmışlığıyla mağaradan kurtulmuş bu bir grup genç -yani bizler- büyük bir olgunluk ve sabırla dik durmaya çalışıyor. Tabiat izin verse mezara bile dik girecekler gibi…

Aslında bu ıstırabın birçok kaynağı var ama bu günleri bu denli lanetli yapan temel sebep, barış süreci adı altında Türk milletine dayatılan ikinci ihanet sürecidir. Bu ihanet sürecinin en büyük tokadı kimliğimize atıldı. Zira karşımızdakiler Türk’e karşı zafer kazanmanın yegâne yolunun Türk kimliğini unutturmak olduğunu biliyor. Bu sebepten yıllardır süregelen “Türkiyelilik” tartışması bu günlerde daha da harlandı. “Demokrasi,” “anayasal güvence,” “barış” gibi sloganlarla Türk milletinin idam fermanı imzalandı. Üstelik bu ferman sanki ölümün değil de terörsüz bir Türkiye’nin müjdecisiymiş gibi kamuoyuna sunuluyor. Hatta “terörsüz” kavramı dâhi kullanılmak istenmiyor, yıllardır süregelen terör faaliyetlerinin aslında terör olmadığı, silahlı bir mücadele olduğu ileri sürülüyor. İşin daha da trajik tarafı, sözde silah bırakma ile bu mücadele bitmiş de değil. “Meşru” mücadelelerine hukukî zeminde devam edeceklerini bizzat kendi ağızlarıyla ifade ediyorlar. Bu ihanet süreci, bir demokratikleşme hareketi olarak görülüyor. Oysa terör örgütlerinden demokrasi öğrenilmez. Dünyanın neresinde olursa olsun teröriste imtiyaz vererek demokratikleştiklerini zannedenler -eğer şanslılarsa- oklokratikleşiyordur.[1] Şanssızlarsa zaten küre-i arzdan silineceklerdir. Nitekim demokrasi aynı toprak parçası üzerinde hak iddia eden iki farklı “demos”[2] arasındaki siyasî ihtilafı çözemez. Demokrasi mahiyeti gereği kendi içinde mütecanis bir adet “demos”u bulundurur. Demos birden ziyade olursa ihtilaf demokrasi ile çözülemez.[3] Siyaset bilimi literatürüne “millî demokrasi” kavramını kazandıran Türk milleti, “demokrasi” nârâlarıyla içten çürütülüyor.

Kokuşmuş yapılarında elebaşlarına köle olmuş teröristlerden demokrasi dersi almaya çalışanlar ve Türk devletini; beşikteki bebeği, okuldaki öğretmeni, kampüsteki öğrenciyi, kümesteki horozu katleden bir terör örgütüyle aynı statüde görenler, hem bu idam fermanını imzalıyor hem de güllerle gizliyor. Gül diktiğimiz bahçede, güllerle bize tuzak kuruluyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında bir kurtuluş ümidiyle ortaya atılan Osmanlıcılık fikrinin fitne ve Türk düşmanlığıyla meczedilmiş hâli olan Türkiyelilik safsatası, Türk millî kimliğine büyük bir tehdittir. Üstelik Türkiyelilik, Türkiye’yi kurtarmak ümidiyle ortaya atılmış da değildir. Yegâne amacı “Türkiye” kavramını değersizleştirmek, Türkiyeliliği bir üst kimlik gibi görerek Türkçülüğe ırkçı etiketi yapıştırmak, hakkı olmayanları hak sahibi yapmak velhâsıl öz vatanında Türk’ü ötekileştirmektir. Tek müştereği tabiiyet olan ve yalnızca coğrafyaya dayanan bir kavramın, üst kimlik olarak mensubiyet yaratması mümkün değildir. Ayrıca sözde “demokratizasyon” adı altında yürütülen böl – parçala – yönet süreci, önce özerk ve yerinden daha sonra da merkezî yönetim anlayışıyla bu tabiiyeti de yok edecektir. O halde Türkiyelilerin amacı; iddia ettikleri gibi bir üst kimlik yaratmak değil Türklüğü yok etmektir. Kaldı ki üst kimlik – alt kimlik gibi tanımlardan münezzeh olarak Türklük bu kapsayıcılığı sağlamak için yeterlidir.

Herkesin hemen hemen birçok şeyin uzmanı olduğu Türkiye’de terör uzmanlarının icazet alarak yaptığı yorumlar, insanı hayrete düşmenin ötesinde olan ve henüz bir mefhumla ifade edilemeyecek derin duygulara gark ediyor. Buna rağmen “basın özgürlüğü” denen ve muhtevasının ne olduğuna dair kimsenin fikri olmadığı şey, ortalarda görünmüyor. Her kanalın, her gazetenin, her dijital mecranın ihanet sürecinin taraftarı olması basın özgürlüğüne aykırı olmasa gerek zira ifade hakkı ancak Türk’ün lehine olan durumlarda ihlal edilir (!)

Hâl böyle olunca çerçevesini ihanetin çizdiği Türkiyeliliği; dört başı mâmur, tarihî temelleriyle, sistematik bir biçimde izah etmek olanaksız gözüküyor. Çünkü Türkiyelilik herhangi bir ideolojinin ya da felsefenin değil Türk düşmanlığının müşterek mahsulü. Türkiyeliliğin ne olduğunu, ne işe yaradığını bizzat hainlerin ağzından dinleyelim:

Türkiye’de faaliyet gösteren Ermeni........

© Yeni Ufuk Dergisi