menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

TAŞER’İN BÜYÜK TÜRKİYE’Sİ

25 0
02.06.2025

Orta boylu, kıvırcık kır saçlı, yüzü daima mütebessim, alnında kış ve yaz ter damlaları eksik olmayan, parlak ve canlı gözlerinde zekâ kıvılcımları tutuşan bir adam. Konuşurken gözleri yukarıya doğru çevriliyor, sanki orada kendisine fikirleri ve sözleri en güzel terkipler halinde veren gizli eller var. Bir âlimin dikkati ve titizliği ile bir sanatkârın zarafetini, bir velinin ıstırabı kendine saklayıp sevgi ve şefkati başkalarına sunan diğergâmlığını, bir Türk köylüsünün karşısındakini küçülten tevazu ve mahcubiyetini, bu Osmanlı paşasının vakar ve azametini şahsın-da toplayabilmek için mutlaka yukarılarda bir kaynaktan ilham alıyor olmalı çünkü bu vasıfları bu araya getirmek her faniye nasip olacak gibi değil.

Nadir olarak öfkelendiği zaman gözlerini yere eğiyor; belli ki sevginin yukarıdan, öfkenin aşağıdan geldiğini pek iyi anlıyor. Ailesinin küçük yaştaki fertleri dışında hiç kimseye küçük adıyla hitap ettiğini gören olmadı; yüzlerine karşı saygı gösterdiği insanların arkalarından da hep saygılı konuştu. Siyasi hasımlarından bir teki için bile bir tek kaba sıfat kullanmadı. İnsanlar hakkında hüküm verme yolunu seçmedi, onları tahlil etmeye çalıştı. Kendisine tuzak kurarak yurdundan dışarı çıkaran eski kader arkadaşlarını bile cenazesinin arkasından sürükleyen kuvvet işte buydu.

Fazileti kıskanan biri olsaydım, bu adamdan nefret etmem için her türlü sebep mevcuttu. İyi niyetim kusurlarıma galebe çaldı ve ben onu bir insana duyulabilecek sevginin de ötesinde bir ihtirasla sevdim. Hayatta olduğu sürece ona olan yakınlığımı şiddetli bir dostluk gibi görüyordum; şimdi de bu dostluğun hatırası bana sonsuz bir gurur veriyor. Ama aradan zaman geçip de şahsî münasebetler bir hatıradan ibaret kalınca, aramızdaki şeyin bir dostluktan çok farklı olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şimdi karşımdaki adam Gaziantepli Dündar Taşer değil, ben de onun bir dostundan ibaret değilim. Taşer bizim milletimizin dün yaşadığı gerçeği, bugün de gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu. Bu yüzden onu dinlerken, onunla bir arada bulunurken kendimizi birdenbire büyümüş hissediyorduk; üzerimizde yüz yılın biriktirdiği pis ağırlıktan eser kalmıyor, kaybolan şahsiyetimize yeniden kavuşuyorduk. Taşer efsunlu konuşmasıyla, parlak muhakemesiyle, bütün tavır ve hareketleriyle bizim gözlerimizdeki perdeyi aralıyor, önümüze yeni bir dünya açıyordu. Bu dünya aslında gerçekti, ama biz körlüğü alıştırıldığımız için onu yine kapalı gözle görülen bir rüya sanıyorduk.

Partisiyle ilgili bir seyahatten dönüşü sırasında bize Erzurum köylülerinin söylediklerini anlatmıştı: “Beyler, siz bizim yoksulluğumuzu anlatıp duruyorsunuz. Aslında sizin bildiğinizden daha yoksul haldeyiz, ama bütün bunlara katlanabiliriz; bizim yüreğimizi asıl yakan şey, devletimizin üç tane haydut talebe ile başa çıkamayacak kadar aciz kalışıdır.”

Şu sözler Türk halkının kafasında yüzyılların yerleştirdiği bir tavrı aksettiriyordu. Ve Erzurum’un yaşlı köylüleri herhalde ilk defa bu tavrı anlayan bir münevverle, bir siyaset adamı ile karşılaşmış bulunuyorlardı. İnsanın anlayışlı bir muhatap bulması ne büyük saadettir! Ama bu saadeti Taşer de en az onlar kadar duyuyordu, çünkü böylece kendi milleti hakkında ortaya attığı tezin bir defa daha ve pek veciz bir şekilde ispatlandığına şahit olmuştu. Ömrünü hep bu hakikati anlamak ve anlatmakla geçirdi; Türk Milleti için en büyük, en önemli müessese devlettir. Bu yüzden milletimiz tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmadı, yoksa millet de kalmazdı. Türk tarihi, her şeyden önce, devletin kutsallığı prensibine dayanır. Bu zihniyet Osmanlı Türk’ünün dilinde şu düstur halinde ifadesini bulmuştur: “Din ü devlet, mülk ü millet.” İnsan işte bunlar için çalışır, bunlar için yaşar ve bunların uğruna ölür. Devletin milletten, vatandan ve dinden farkı yoktur, çünkü devlet gidince bunlar da gider. Saadetimizin anahtarı kuvvetli bir devlete kavuşmaktır, felaketimizin kaynağı ise başka hevesler uğrunda devletin kudretine zaaf getirişimizdir. Taşer sağ olsaydı, bu noktaya nasıl geldiğini size şöyle anlatırdı:

Benim neslimden olanlar İmparatorluğumuzu haritada, yani kâğıt üzerinde gördüler. Devletimiz bize göre bir coğrafya parçasından ibaretti, ama bu büyük coğrafya bile kitap sahifesine çizildiği zaman adeta avuç içi kadar ufak görünüyordu. Zaman idraki kendi çocukluk çağı, mekân idraki de içinde yaşadığı kasaba hudutları içinde kalmış olan genç bir insan elbette ki, dünyanın yarısını kucaklayan bir tarih vakıasını kavrayamazdı. Biz dağılan devletimizden elde kalan topraklarını da haritada gördük, ama bu harita aynı ebatta kağıtlara çizildiği için en az İmparatorluğumuz kadar yer kaplıyor, hatta teferruatlı olması yüzünden bize daha büyük gibi geliyordu.

Yaşımız ve bilgimiz ilerledikçe önce coğrafyayı tanıdık. Cihan Harbi’ndeki bozgunda topraklarımızın elden gittiğini, bize sadece Anadolu yarımadasının kaldığını anladık. Ama öğretmenlerimiz bize hep yabancı milletlerin bizden ayrıldığını, bizim de kendi topraklarımıza çekildiğimizi söylüyorlardı. Biz bu tarih görüşü ile radyolarda her gün okunan Rumeli, Kırım, Yemen türküleri arasındaki tezadı da fark edecek halde değildik. Ailemizde ve yakınlarımız arasında Hicaz’da, Gazne’de, Balkanlar’da, hatta Azerbaycan’da savaşmış ihtiyarlar vardı; bunlar kaybettiğimiz topraklar için ağlar dururlardı. Öğretmenimize göre bunlar Arap’ın, Acem’in ülkesini korumak için boş yere kan dökmüşlerdi. Ama Kâbe’nin müdafaasında bulunan dedem Arap diye bir millet veya devlet tanımıyordu, o İngilizlere karşı devletimizin topraklarını korumak üzere savaştığına inanıyordu.

Bilgisine saygı duyduğum öğretmenimizin ilkokul görmemiş dedemden cahil olduğunu anlamam için aradan uzun yıllar geçti. Bir gün İstanbul ve Edirne’de elimizden çıksa, öğretmenimiz herhalde oraların zaten Bizans toprağı olduğunu, bizim yine vatanımıza çekildiğimizi söyleyecekti. Bize vatanın iyi bir tarifini yapan olmadı, ama öyle anlaşılıyordu ki, vatan düşmanlarımızın bizden henüz alamadıkları yerdi. Wilson’un teklif ettiği plan gerçekleşseydi Türk vatanı Konya vilayeti olacaktı. Acaba o zaman birisi çıkıp da bizim buraya Orta Asya’dan geldiğimizi, başkalarının yurdunda haksız yere bulunduğumuzu söylese ne yapacaktık? Rumeli gibi, Suriye ve Irak gibi, Arabistan gibi, Mısır ve Kuzey Afrika gibi, Akdeniz adaları gibi, Balkanlar gibi, Budin ve Belgrad gibi Anadolu yarımadasını da sonradan almış değil miydik?

Bize verilen tarih bilgisine göre, milletimiz yüzlerce yıl Arap ve Acem’in manevi hükmü altında şahsiyetsiz bir hayat sürmüş, siyasi bakımdan da Osmanlı denilen bir zümrenin hakimiyeti altında yaşamıştı. Dedelerimizden bize kalan şey bir paslı kılıçtan ibaretti; onların konuştukları dil, yazdıkları kitaplar, bütün sanat ve edebiyat eserleri, yaşadıkları sosyal hayat, kurdukları müesseseler hep Arap’ın ve Acem’in kültür ve medeniyetine ait şeylerdi. Ama, sonunda Türk Milleti bu hayata tahammül edememiş, Araplardan, Bulgaristan’dan, Yunanlılardan, Sırplardan, Arnavutlardan sonra Türkler de Osmanlı hakimiyetine isyan ederek hem istiklallerine hem de Avrupa’da kalan kendi öz kültür ve medeniyetlerine kavuşmuşlardı. Eğer sizin kafanız da benimki gibi bu fikirlerle doldurulmuşsa, kendinizi küçük bir Balkan devletinin vatandaşları gibi görüyorsanız, dedelerinizin elde kılıç fütuhat yapmaktan ve başkalarının yurtlarını zapt etmekten başka bir iş yapmadığına inanıyorsanız, şu birkaç soru bile daldığınız gaflet uykusunu bozmaya yeter:
Batılılar niçin bize nefretle karışık bir saygı duyuyorlar? Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Güney-Batı Asya halkları niçin bize eski efendileri olarak bakıyorlar? Kuzey Afrika’yı bizden istiklal heveslisi Berberiler mi geri aldı? Şimdiki Arap devletlerini kurulması için dökülmüş bir damla Arap kanı var mıdır? Bulgaristan bizimle savaşarak mı istiklal (!) kazandı? Yugoslav devletini bizden ayırmak için çırpınan Sırplar mı kurdu? Budin’i bizden Macarlar mı aldı? Suriye’de ve Irak’ta hangi milletler yaşıyordu ki, bunlar birer devlet oldular? Arap ülkelerinde ve Kuzey Afrika’da Türker’e ait olmayan kaç eser gösterebilirsiniz? Bütün bu ülkelerin halkları imparatorluk içinde yaşarlarken mi daha mesut idiler, yoksa Avrupalılar ve Rusların elinde kukla birer devlet haline geldikleri zaman mı? Çin’e kadar elini kolunu sallayarak gezen bir Macar şimdi kendi köyleri arasında pasaportsuz dolaşabiliyor mu?

İmparatorluktan ayrıldıktan sonra bunlardan hangisi şerefli ve itibarlı bir devlet olabildi? Kendi haline bırakılsaydı, Osmanlı vatandaşlığını bırakarak Suriye, Ürdün veya Irak vatandaşı olmayı tercih edecek tek kişi bulunur muydu? Türk hakimiyetinin sona erişinden yüz elli yıl sonra bir Yugoslav tarihçisine “İmparatorluğumuz yıkılmadan önce ne kadar mesut ve haysiyetliydik” dedirten kudret nedir? “Bizi bıraktığınız için kabahat sizdedir” diyen Yunan askeri ataşesine bu sözü kim söyletiyor? Yunanistan’la mübadele edilen Anadolu Rumları niçin “gavur elinde kaldık” diye şikâyet ediyorlar? Gül Baba türbesi önünde milletinin kaderine ağlayan Macar tarihçisi, “Arap birliği sadece Türkler zamanında vardı” diyen Lübnanlı tarihçi, Türklerle birlikte huzur ve bereket de gitti diyen Yemenli, Osmanlı valilerini evliya mertebesine çıkaran Bağdatlı, Türkler geliyor diye evine Türk bayrağı çeken Suriyeli hangi hasreti dile getiriyor?

Niçin dünyanın büyük hukukçuları arasında bir hukuk fakültesi profesörünün değil de Ahmet Cevdet Paşa’nın adı geçiyor? Niçin Fransa Devlet Başkanı; “Siz Baki gibi şairler yetiştirmiş bir milletsiniz” diyor? Niçin bir divan katibinin yazdığı müsvedde de bir tek Türkçe hatasına rastlanmadığı halde, bir üniversite profesörünün yazdığı makale anlaşılmıyor? Niçin dünküler önem verdikleri medrese ilmini mükemmel şekilde bildikleri halde, biz bugün önem verdiğimiz modern ilimde varlık gösteremiyoruz? Niçin artık ilim ve edebiyat yapacak bir dilimiz bile yok?

Atalarımız ülkeler fethedip yağmacılıkla uğraştılar ha! Siz bütün bu yüksek aklınız ve ileri bilginizle iki dönümlük bir yer fethedebilir misiniz? Bir orduyu bir yerden başka bir yere götürebilmek, üstelik yabancı topraklarda zafer kazanabilmek için nelerin gerektiğini bilir misiniz? Bunun için her şeyden önce saat gibi işleyen bir idari sistem lazımdır; böyle bir sistem kuramayanlar sadece kendi ülkesinde birbirinin arazisini işgal etmekle, kendi vatandaşına karşı zafer kazanmakla uğraşır. Yağmacılıkla altı yüz değil, altmış sene ayakta kalmış bir devlet gösterebilir misiniz? İdaremiz altındaki milletleri sömürdüğümüze dair en ufak bir örnek verebilir misiniz? Bizim Macaristan’a, aldığımız gelirden fazla masraf yaptığımızı sosyalist bir ülke olan Macaristan’ın tarihçileri ortaya koydular. Siz devletin bu masrafa niçin katlandığını da kolayca anlayamazsınız; bunu ancak dünya çapında dış politika yürüten bir devletin idarecileri bilirler.

Haçlı ordularını imha eden devletin küçük bir Karaman Beyliğine niçin harp açamadığını, Rum Kara Todori Paşa’nın azınlıkları şımartmak isteyen Avrupa diplomatlarını, karşı devletin hükümranlığını niçin müdafaa ettiğini, Yavuz’un kendi öz kardeşlerini, Kanuni’nin kendi oğullarını niçin idam ettirdiğini, ordulara hükmeden paşaların iki satırlık bir ferman karşısında boyunlarını cellada niçin uzattıklarını, Romanya’da bir kalenin düşman eline geçmesi üzerine İstanbul’daki padişahın niçin felç olup öldüğünü, soylu bir ailenin kızıyla evlenen bir padişahın niçin öldürüldüğünü, krallara baş eğdiren insanların yoksul bir derviş karşısında........

© Yeni Ufuk Dergisi