menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Mamonya’nın bulutlarına yükledim mesellerini annem...”

6 1
07.03.2025

Doç. Dr. Mügen TERZİOĞLU/Tampere-Finlandiya...

(Mügen Terzioğlu, altı ay önce kaybettiği anneciğini yazdı... Mamonyalı yasemin tüten Münüse hanımın ardından kızının yazdığı bu duygu yüklü yazıyı payşalıyoruz... S.U.)

“Sevmesin beni hiç kimse annemden başka!” (*) Faize Özdemirciler

Mamonyalı yasemin tüten Münüse ile Kuklalı, hovardalıktan sürgün terzi Esat’ın 4 kız, 3 oğlan çocuklarından 6 numarayım. Küçük kardeşten başka erkek kardeş tanımadım, annelerimse çoktu ve hüzünlü hikayeleri kadınların, neşeli kahramanlıkları erkeklerin anlattığı bir ailede, sessiz sedasız büyüdüm. Uzaklarda yaşlandım. Bundandır anne evine her dönüşümde hala mahallede yadigar kalan kırlangıçlarla bir olup gökyüzüne uçurtma salarım...

“KENDİ İÇİN HİÇBİR ŞEY İSTEMEDİ HAYATI BOYUNCA...”

Annem görmedi yüzüme düşen o derin kıvrımı, annem bilmedi saçıma düşen kar tanesinin artık hiç erimediğini, annem bilmedi gittiğim, döndüğüm, durduğum ve bazen de kaldığım yolculuklarımı ama hep bir çukur gibi içine çekildiğim hüznü daha beni görür görmez okurdu her telinde kıvırcıklarımın.

Çocuk elleriyle hazırladığı bohçasıyla babasına başkaldırarak kaçıp sığındığı terzi dükkanında aldı ilk çocuğunu kucağına, henüz kendi çocukken. Hayatı boyunca çok az, hatta hiçbir şey istemedi kendi için, tek istediği “nişanlanıp ayrıldı” demesinler diye kaçıp sığındığı kocasının sevgisi, ilgisi oldu. Kocasıysa istemelerin baş kahramanıydı ve annem istemeyi öğrenemeden unuttu.

“ANNEM İKİ KOCAMAN ELDEN İBARETTİ...”

“Bir kadın iki göz eder dünyanın her yerinde” der, iki gözümün şairi ve oysa ki annem iki kocaman elden ibaretti tarlada, toprakla, evde çamaşır-bulaşıkla ve mutfakta ahh mutfakta hiç durmadan uğraşan annem, küçücük elleriyle kocaman bir sihirbaz olurdu. Elleriyle sever, elleriyle ağlar, elleriyle acı çeker ve elleriyle sevinirdi, elleriyle kurduğu, büyüttüğü, feda olduğu ailesinde. İki minicik eliyle annem bahçede devleşen bir işçi, fırın küreği ve demirden misriyi sanki hiç ağırlıkları yokmuş gibi evirip çeviren bir usta, çiçeklerini severken şefkat dolu yumuşacık iki parça tül oluverirdi...

“ANNEMİN ELLERİ, KÖKLERİYDİ SANKİ...”

Ah çiçekleri, ah evlatçıkları... Dünyanın öbür ucunda yediği meyvenin çekirdeğinden bahçesinde ağaç yetiştirirdi annem, yaşam içinde öylesine kökleşmişti ki neye dokunsa toprakla arasında bir kök oluşuverirdi... Sanki çiçek değil, ağaç değil de kök yetiştirirdi... Elleri gibi narin, nasırlı ve toprağı kavrayan çok güçlü kökler... Elleri kökleriydi, toprağa soksa yeşerecekti sanki ve kimse onu koparamayacaktı bir daha toprağından, ne kadar çok kökle sarılırsa toprağına, o kadar güçlü tutunacaktı ve göç etmeyecekti, geride bırakmayacaktı yuvasını, toprağını, çiçeklerini, çocukları ekmeksiz kalmayacaktı fırını oldukça.

“EKMEKLER BİŞMEDEN HİÇBİR YERE GİTMEM...”

Havlısına kurşunlar yağarken bir deli Temmuz (*) günü, herkes köyü terketme telaşındayken o “Bu ekmekler bişmeden hiçbir yere gitmem, çocuklar ne yeycek sonra!” diye söylene söylene, fırınla ev arasında kurşunlarla amansız dansa tutuşmuştu annem. Her zor durumda elleri büyürdü, bedenini aşardı, bütün gücü olurdu çünkü iki eliyle yedi evlat besleyip okutmak kolay değildi.

Geceleri yorgunluk yakaladığında gözlerini, elleri de minicik olurdu, ürkek bir çift keklik gibi kendi içlerine saklanırdı, kesikleri arasında biriken toprak izlerini, nasırların ağrısını kimse görmesin diye...

“MAMONYA’DA AÇAR DÜNYAYA GÖZLERİNİ ANNEM...”

“Önce anneleri doğurur kadınları, sonra ayrılıklar...” Birkaç kuşak geride bir Paşa’nın torunu ve küçük yaşta yetim kalmış Zeynep ile serseri Hasanbulli torunu Ahmet’in, ölen ikiz kızlarının arından gelen 5 kız çocuğunun en büyükleri olarak Mamonya’da açar dünyaya gözlerini annem. Uzun, zor ve yorucu günler ve geceleri geçirdiğimiz hastane yatağında, kendini iyi hissettiği zamanlarda ona geçmişle ilgili soru sormamı ve anlatmayı çok severdi annem. Ne de olsa Rumca efsanelerin tümünü ezberden okuyan Zeynep’in genlerini taşıyorduk, annem de, ben de...

“En çok ne zaman mutlu oldun anne?” diye sordum, kemoterapiden, ateşten yorgun bal gözleri yeşrirdi, anlardım Mamonya’yı anlatacağını. İçinden bir çocuk çıkardı, gözleri de, elleri de minicik bir kız çocuğu olur, ceviz ağacının tepesinde ceviz yer, dereye iner, taş toplar, toprak bahçede kanayan dizlerini yıkardı annem...

“GİDELİM ANNEM MAMONYA’YA...”

“Hade anne gidelim” dediydim ona hasta olmadan önce, o zaman inadı da sapasağlamdı annemin. Gimediydik. Kemo ateşinde buğulanan gözlerinin ardındaydı inadı, “İyi olalım, buradan çıkalım, gidelim ya anne” dedim, yorgunluktan ağırlaşan başını uysallıkla sallamaya çalışırken, “Gidelim annem” dedi. Bir an olsun yanından ayrılmadığım hastane odasından ilk kez kendimi koridora attım, hıçkırıklarımı görmesin istedim ama o zaten görmüştü daha ben soruyu sorarken. Ahh annem bilmedi hastalığının adını, söylemedik, söyleyemedik, oysa ki bal gözerine indirdiği derin hüzünde, “Ben biliyorum” der gibiydi.

“HAVLIDA ÜÇ EFKALİPTO AĞACI...”

Mamonya’daki dereden çıkarılan kocaman taşlardan yapılan, temeli beton ve içinde ocaklığı olan, dereden uzanan bir evleğin........

© Yeni Düzen