menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kaybetmenin estetiği: İktidar, teslimiyet ve ‘dindar nesil’ projesinin bir arkeolojisi

37 15
16.07.2025

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

İslam ahlakı, en idealize edilmiş formunda, bireyi erdemin kalesine çağıran kutsal bir nidadır: adaletli ol, merhamet et, sabret, affet, elindekine kanaat et ve her şeyden öte, Yaratıcı’nın rızasını bütün eylemlerinin en nihai gayesi kıl. Bu ahlaki evren, kâğıt üzerinde, insandan barışçıl, güvenilir ve fedakâr bir varlık yaratmayı vaat eder. Ancak ahlak, boşlukta var olan bir idealler manzumesi değil, toplumsal ve politik gerçekliğin tam kalbinde işleyen, güç ilişkilerini şekillendiren ve insan özneliğini inşa eden bir iktidar teknolojisidir. Bu yazımız, “İslam ahlakı” olarak kodlanan bu sistemin, idealize edilmiş söyleminin ötesine geçerek, bir reel politik aygıt olarak nasıl işlediğini deşifre etmeyi amaçlamaktadır. Bu ahlakın bireyi nasıl bir psikolojiye hapsettiğini, hangi iktidar yapılarına zemin hazırladığını ve “dindar nesiller yetiştirme” gibi modern politik projelerin hangi derin ve stratejik hedeflere hizmet ettiğini, herhangi bir haklılaştırma kaygısı gütmeksizin, felsefi, sosyolojik ve politik bir arkeolojiyle ortaya koymaya çalışacaktır.

Herhangi bir ahlak sistemini analiz ederken sorulması gereken temel felsefi soru, ahlakın kaynağıdır: Ahlaki olan, kendinde bir değere mi sahiptir, yoksa değerini yalnızca aşkın bir otoritenin emrinden mi alır? Modern Batı etiği, özellikle Kant’la birlikte, ahlakın otonom, yani bireyin kendi akıl yürütmesiyle temellendirilebileceği fikrini merkeze almıştır. Buna karşın, geleneksel Sünni İslam ahlakı, özü itibarıyla heteronom, yani dışsal bir otoriteye, yani Tanrı’nın emrine dayalıdır. Bir eylemin ahlaki değeri, “Çünkü Allah böyle emretmiştir” ilkesine indirgenir.

Bu indirgeme, ahlakı, bir erdem pratiğinden ziyade, bir itaat pratiğine dönüştürür. Birey, bir eylemin içkin iyiliğini rasyonel olarak temellendirip seçmek yerine, buyruğa sadakatini ispatlamakla yükümlü hale gelir. Bu durum, bireyin ahlaki failliğini (moral agency) zayıflatır. O, artık bir değer yaratıcısı değil, bir emir taşıyıcısıdır. Bu teolojik temel, ahlakın sonraki politik manipülasyonları için en verimli zemini hazırlar. Zira akla ve vicdana değil, emre dayalı bir ahlak, emir veren otoritenin her türlü yorumuna ve manipülasyonuna açıktır.

İslam ahlakının yücelttiği insan tipi –hile bilmeyen, öfkesini yutan, hakkından feragat eden, “tokat atana öbür yanağını dönmese de” en azından affeden, fakirliğini ve zayıflığını bir imtihan bilip sabreden birey– modern kapitalist ve rekabetçi dünyanın gerçekliğiyle yüzleştiğinde neye dönüşür? O, sistemin çarkları arasında ezilmeye mahkûm, Nietzsche’nin tabiriyle bir “sürü insanı” (herd animal), reel politiğin acımasız denklemlerinde ise “kullanışlı bir enstrüman”dır.

Bu prototip, psikolojik düzeyde, Martin Seligman’ın kavramsallaştırdığı “öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness) olgusunun teolojik bir versiyonudur. Sürekli olarak dünyevi........

© Veryansın TV