Hukukun laik temelleri ve ‘ilahi adalet’ söyleminin eleştirisi
Şahin Filiz yazdı…
Geçtiğimiz hafta, Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Kadir Özkaya’nın, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu bir ortamda yaptığı konuşmada “mahşer”, “mizan” ve “ilahi adalet” gibi uhrevi kavramlara atıfta bulunması, kamusal tartışmada dikkat çekici bir yer bulmuştur. Bu ifadeler, adaletin sağlanması sürecinde dini referansların yol gösterici olabileceği veya olması gerektiği yönünde bir çağrı olarak yorumlanmıştır.
Ancak, nasıl ki büyük bir deprem felaketiyle yüzleşildiğinde bilimsel bilgi ve mühendislik çözümleri yerine, kendilerine özel manevi mertebeler atfeden kişilerden medet ummak akılcı bir yaklaşım değilse, aynı şekilde hukukun ve adaletin tesisini de öncelikli olarak dini motiflere ve ahiret inancına dayandırmaya çalışmak, benzer ölçüde tartışmalı bir yaklaşım olarak görülebilir. Bu tür bir yaklaşım, hukukun evrensel, akılcı ve bu dünyaya ait temellerinden uzaklaşma riski taşır.
Bu yazımda, hukukun ve adaletin güvencesinin neden öncelikli olarak dini referanslara, özellikle de ahiret inancına dayandırılamayacağını üç temel başlık altında inceleyeceğiz.
Birincisi, uhrevi inancın siyasi pratikteki yeri sorunu ve “Haniflik” kavramı üzerinde geliştirilebilecek düşüncelerdir.
Hukuku ve siyasi ahlakı uhrevi inançlara dayandırma girişiminin karşılaştığı ilk temel sorun, bu inançların, özellikle iktidar gücünü elinde bulunduran aktörler tarafından ne ölçüde samimiyetle benimsendiği ve içselleştirildiği sorusudur. Gözlemlenen siyasi pratikler, söylemler ve güç mücadelesindeki sınır tanımazlık algısı, bazı durumlarda “ilahi adalet” veya “ahiret sorumluluğu” gibi kavramların, davranışları belirleyen veya sınırlayan temel etkenler olmadığını düşündürmektedir. Uygulamalardaki rahatlık ve siyasi rekabette her yolu “mubah” görme eğilimi, bu tür uhrevi kaygıların yeterince belirleyici olmadığına işaret edebilir.
Bu durumu anlamlandırmak için, tarihsel bir kavram olan “haniflik” üzerine düşünmek bir perspektif sunabilir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim, kavminin yerleşik inanç sisteminden ve kutsallarından yüz çeviren, onları sorgulayan bir “hanif” olarak tanımlanır. Kelimenin kökeni itibarıyla “yoldan ayrılan”, ” (başka bir şeye ya da yola) meyleden” gibi anlamlara gelen haniflik, bu bağlamda mevcut toplumsal ve dini normlara karşı eleştirel bir duruşu ifade eder. Hz. İbrahim’in, toplumunun kutsal kabul ettiği değerleri sorgulama ve reddetme cesareti, bu sıfatla ilişkilendirilir.
Tarihsel olarak haniflik veya benzeri düşünsel kopuşlar, bireye yerleşik düzene ve onun kutsallarına karşı belirli bir özgürlük alanı ve eylemsellik sağlayabilir. Birey, toplumun genel kabul görmüş sınırlarından bağımsızlaştığında, kendi aklının ve çıkarlarının rehberliğinde hareket etme eğilimi gösterebilir. “Putları kırma” eylemi, bu sınır tanımazlığın ya da sınırları aşmanın simgesel bir ifadesi olarak okunabilir.
İslam tarihinde, ana akım inanç çizgisinden sapan veya mürtet kabul edilen bireylere yönelik uygulanan sert tedbirler (bazı rivayetlerde yakma cezası gibi), bu tür bağımsız düşünce ve eylem biçimlerine karşı duyulan tarihsel endişeyi ve kontrol arzusunu yansıtır. Geleneksel anlatıda Nemrut’un Hz. İbrahim’i ateşe atması veya Halife Ebubekir döneminde mürtetlere karşı yürütülen mücadeleler, bu özgür iradenin ve otoriteye meydan okumanın sınırlandırılması çabaları olarak yorumlanabilir.
Günümüzdeki bazı iktidar sahiplerinin, kamuoyu vicdanında veya dini öğretilerde günah ya da yanlış kabul edilen eylemleri siyasi çıkarları doğrultusunda rahatlıkla uygulayabilmesi, belki de kendi referans sistemlerini dünyevi hedefleri ekseninde yeniden tanımladıkları, bir nevi “modern pragmatizm” veya kendi meşruiyet alanlarını oluşturma durumu olarak yorumlanabilir. Bu durumda, onları sınırlayacak aşkın veya kutsal bir otorite fikri geri plana........
© Veryansın TV
