Türk birliği ve KKTC
Cem Gürdeniz yazdı…
Cumhuriyetin onuncu yılında başkentte Ankara Palas’ta verilen baloda, Tıbbiyeden yeni mezun olmuş Doktor Zeki Bey, Cumhur Reisi Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlerle yaptığı sohbete katılarak on yaşındaki Cumhuriyet hakkında ona üç gözlemini aktarır ve sorular sorar. Sonuncu sorusunda şöyle der: ‘’Milletlerin babadan oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız. Bunu bize açıklar mısınız Gazi hazretleri?’’ Mustafa Kemal Atatürk şöyle cevap verir: ‘’Haklısınız Zeki Bey, söyledikleriniz doğrudur, devrimler konusunda eksiklerimiz var, ideal ele geçince ideal olmaktan çıkar. Artık o yaşanan korunan bir varlık olmuştur…Hanımlar beyler biz yenilmedik boğuşuyoruz ve boğuşa boğuşa yeneceğiz. Önemli olan budur. Yani amaç boğuşmaktan yorulmamak, yenik düşmemektir. Milletler boğuşa boğuşa ilerlerler. Yorulan umutsuzluğa düşen yenilir… Biz inanıyoruz, inandığımız şey çağdaştır, doğrudur ve yenidir. Öyleyse eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü bunun başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır. Ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz. Millet tarafından yaşanır. Nasıl bakarken gözlerimizi görmüyor onunla her şeyi görüyorsak ülkü de onun gibi farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Mustafa Kemal Atatürk daha sonra Doktor Zeki’yi yanına alarak Ankara Palas müdürünün odasına geçer. Arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Devam eder: ‘’Benim arkamdaki haritayı görüyor musun? Orada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var onu da görüyor musun? İşte o ağırlık benim omuzlarımın üstünde olduğu için ben konuşamam… Düşün bir kere Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar ve dünyaya hükmediyorlardı. Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek ki hiçbir şey sürgit değildir. Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve milletler bu idrakin içinde olmalıdırlar. Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazım. Milletler buna nasıl hazırlanırlar. Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Bugün biz bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak. Elbette biz. Nasıl yapacağız. İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onun dinine yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda. Tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi ortak bir tarih öğretimiz olması gerekir. Ortak bir mazimiz var. Bu maziyi bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık. Bizim çocuklarımız orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsü’nü kurduk. Kültürlerimizi bütünleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunlar açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız. Ama durmadan değişen dünyada yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.’’ (İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, 1998, Yaylacık matbaası sayfa 29-32)
Atatürk’ün Doktor Zeki’ye çizdiği vizyona yani genç cumhuriyetin gelecekte Orta Asya’daki kardeşleri ile birlikteliğe erişiminin iki kurumsal temeli vardı. Dil ve Tarih. Atatürk modern ulus-devlet inşası sürecinde, tarih ve dil tezlerini ulusal kimlik oluşturmanın temel araçları olarak görüyor ve çok büyük önem veriyordu. Bu nedenle 1924 yılında Türkiyat Enstitüsünü, 1931’de Türk Tarih Kurumunu kurdu. 1925’te Etnografya Müzesi kurulma kararı alındı ve müze 1930’da açıldı. 1932’de Birinci Türk Tarih Kongresi yapıldı ve Türk tarih tezi sistematik olarak tanıtıldı. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu ve bu yapı 1936’da Türk Dil Kurumuna dönüştü. 1935’te Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı. Söz konusu kurumlar bu yüksek ülküye erişimin köşe taşlarıydı. Türkçeye sahip çıkma ve geliştirme ile milli benliğin çelikleşmesi, milletin kenetlenmesi hedefleniyordu. Türk tarih tezi ile Türk milletinin köklü bir uygarlık geçmişine sahip olduğunu bilimsel verilerle ortaya koymak ve Osmanlı’dan kalan batı karşısındaki Tanzimatçı aşağılık kompleksinden kurtulmak hedefleniyordu. Bu tezler hem milliyetçi hem de çağdaş bir yaklaşımla oluşturulmuştu. Türk milletinin tarih sahnesine sonradan çıkmadığını, çok eski çağlardan beri dünya uygarlığına katkıda bulunduğunu göstermeyi; Osmanlı’daki Arap-İslam merkezli tarih anlayışına karşı millî bir tarih bilinci oluşturmayı; Batılıların yaydığı “Türkler barbar bir göçebe millettir” anlayışını çürütmeyi ve Türklerin yalnızca Orta Asya’da değil, Orta Doğu, Anadolu, Avrupa ve Afrika’da da iz bırakmış bir millet olduğunu vurgulamayı amaçlıyordu. Bu teze göre ilk uygarlıkların kurucusu Türklerdir. Mezopotamya, Sümer, Mısır ve Anadolu medeniyetlerinde Türklerin etkisi büyüktür; Türkler Orta Asya’dan göç ederek dünya uygarlığını yaymışlardır; Türk ırkı, diğer ırklar arasında öncü ve yaratıcıdır. Türkiye’deki halkın çoğu, Orta Asya’dan gelen Türklerin torunudur; dolayısıyla Anadolu halkı etnik olarak Türk’tür. Bu tez dönemin Avrupa merkezli “ırk teorilerine” ve Anadolu’da İyonya’yı Helen yapan sahte tezlere de karşı bir duruştu. Aynı zamanda millî bir kimlik inşası sürecinin parçasıydı. Böylece Anadolu’nun “gerçek sahibinin Türkler” olduğu fikri yaygınlaştırıldı.
Atatürk içerde Türk dili ve tarihi ile coğrafyamızı milletin bilincinde kenetleyip, bu yeni enerjiyi Orta Asya’daki akrabalarımızla ileride kurulacak birlikteliğe aktarmak istiyordu. Zira bunun büyük bir ülkü olduğuna inanıyor ve savunuyordu. Ancak gerçekçiliği asla unutmuyordu. Türkiye’nin yeni kurulduğu bir dönemde doğrudan Pan-Türkist bir politika izlemek yerine, reel politikayı esas almıştı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi yapılar, Orta Asya Türk halklarının tarihsel ve dilsel mirasını incelemeye yönelik çalışmalarda bulunmuştur. Orta Asya’nın köken olarak sahiplenilmesi hem Türk ulusal kimliğinin hem de gelecekteki potansiyel bir kültürel birliğin temelini oluşturuyordu. Diğer yandan Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmak Türkiye’nin güvenliği açısından öncelikliydi. Ancak bu, kültürel bağların tamamen kesildiği anlamına gelmiyordu. Atatürk özellikle kültürel ve tarihî araştırmalarla bu bağın korunmasına önem veriyordu. Kesinlikle bir gün Anadolu’nun hâkimi Batı Asya Türkleri ile Orta Asya Türklerinin buluşacağına inanıyordu. Atatürk’ün güvendiği Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt Atatürk’e atfen İnkılap Tarihi Derslerinde şöyle bir ifade kullanır: ‘’Şu kadarını belirtmeliyim ki, ben her şeyden evvel bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım.’’ (Mahmut Esat Bozkurt Türk İnkılap Tarihi Dersleri, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını no. 160, 1940. Sayfa 191) Atatürk’ün bu temennisine 1933 yılında bir sabah Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek yaptığı anti emperyalist duruşunun çarpıcı ifadesini ekleyelim: ‘’Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve iş birliği çağı alacaktır’’.
Atatürk’ün vefatından sonra İnönü Döneminde 1950........
© Veryansın TV
