Türkiye’de Üniter Yapı, Günlük Etnik ve Mezhepsel Söylemler’in Yapısal Tehlikesi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, üniter devlet yapısını esas alan bir siyasi organizasyon üzerine inşa edilmiştir. Bu anlayış, toplumsal birlik ve beraberliği, ortak bir millet kimliği altında toplamayı hedeflerken, etnik ve dini farklılıkların ayrıştırıcı değil, bütünleştirici bir çerçevede ele alınmasını amaçlamıştır (Ahmad, 1993). Ancak özellikle 1980 sonrası dönemde, gerek iç dinamikler gerekse uluslararası müdahalelerle birlikte, Türkiye’de etnik kimliklerin ve mezhepsel ayrışmaların siyasal söylemde daha görünür hale geldiği gözlemlenmektedir. Bu durum, üniter devlet yapısının geleceği üzerine akademik ve siyasi tartışmaların yoğunlaşmasına yol açmıştır.
Etnik ve dini kimliklerin siyasallaştırılması, yalnızca iç politik dengeleri etkilemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal bütünleşmeyi de tehdit eden bir unsur haline gelebilir. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde, bir toplumda kimliklerin sürekli olarak politik alanda dile getirilmesi, ortak aidiyet duygusunu zayıflatmakta ve “biz” algısını parçalamaktadır (Smith, 1991). Türkiye özelinde bu sürecin, özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası dönemde, kontrollü bir şekilde yönetilmediği ve aksine siyasi rekabetin bir parçası haline getirildiği iddia edilmektedir.
Bölgesel ve küresel politikaların da bu süreçte etkili olduğu açıktır. 1990’lı yıllardan itibaren ABD merkezli “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP), Türkiye’yi etnik ve dini kimlikler üzerinden yeniden yapılandırma çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmiştir (Fuller, 2008). Turgut Özal döneminde başlayan “açılım” politikaları, kimi araştırmacılara göre bu projenin erken bir uygulaması olarak yorumlanmıştır (Çandar, 2000). Bu perspektiften bakıldığında, Türkiye’deki kimlik söylemleri yalnızca yerel bir olgu değil, aynı zamanda küresel güç dengeleriyle de ilişkili bir stratejik hamledir.
KURAMSAL ÇERÇEVE
Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimliklerin siyasallaşması meselesi, yalnızca güncel politik gelişmelerle açıklanamayacak kadar derin tarihsel ve kuramsal arka plana sahiptir. Siyasal bilimler literatüründe, üniter devlet modeli ile federal devlet modeli arasındaki fark, bu tartışmaları anlamak açısından önemli bir çerçeve sunmaktadır. Üniter devlet, bütün vatandaşlarını tek bir egemenlik yapısı altında toplarken, federal yapılar etnik veya bölgesel farklılıkları anayasal düzeyde tanır (Elazar, 1987). Türkiye’nin kuruluş felsefesi, üniter devlet anlayışını tercih etmiş ve bu modeli, ulusal bütünlüğün temel güvencesi olarak görmüştür.
Kimlik siyaseti kuramları, etnik ve dini kimliklerin siyasallaşmasını açıklamada sıkça kullanılan yaklaşımlardır. Bu kuramlar, kimliğin yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif ve politik bir olgu olduğunu vurgular. Örneğin, konstrüktivist yaklaşıma göre etnik kimlikler tarihsel süreçte inşa edilir ve bu kimliklerin siyasette kullanılabilir hale gelmesi, çoğu zaman siyasi elitlerin stratejik tercihleriyle ilişkilidir (Anderson, 1991). Türkiye’de de etnik kimliklerin görünürlüğü, özellikle 1980 sonrası dönemde devlet politikaları ve uluslararası müdahalelerle birlikte yeniden tanımlanmıştır.
Sosyolojik perspektiften bakıldığında, Émile Durkheim’ın toplumsal dayanışma kavramı önemli bir açıklama çerçevesi sunar. Durkheim, toplumsal bütünleşmenin ortak değerler, semboller ve ritüeller aracılığıyla sağlandığını ileri sürer (Durkheim, 1997). Bu bakış açısıyla, Türkiye’de etnik ve dini kimliklerin sürekli olarak ön plana çıkarılması, ortak bir “millet” bilincini zayıflatmakta ve toplumsal dayanışmayı çözülmeye açık hale getirmektedir. Özellikle medya ve siyaset aracılığıyla bu kimliklerin sürekli vurgulanması, psikolojik olarak farklılıkların büyütülmesine yol açmaktadır.
Uluslararası ilişkiler kuramları da Türkiye’deki bu süreci anlamada kritik öneme sahiptir. Realist yaklaşım, küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda etnik ve dini meselelerin manipüle edilebileceğini öne sürer (Waltz, 1979). Buna göre, Türkiye’deki kimlik siyasetinin küresel projelerle ilişkilendirilmesi, özellikle BOP çerçevesinde anlaşılabilir. Liberal kuram ise kimliklerin tanınmasını demokratikleşmenin bir parçası olarak görür; ancak bu süreç, kontrolsüz bir şekilde yönetildiğinde üniter devletin zayıflaması riskini beraberinde getirir. Dolayısıyla, farklı kuramsal yaklaşımlar Türkiye’nin deneyimini çok boyutlu olarak analiz etmemizi mümkün kılmaktadır.
TÜRKİYE’DE ETNİK VE MEZHEPSEL SÖYLEM
Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimliklerin siyasal söyleme girişi, esasen Cumhuriyet dönemi boyunca farklı biçimlerde gündeme gelmiştir. Ancak özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, devletin güvenlikçi yaklaşımıyla birlikte bu meseleler daha da derinleşmiştir. 1980 sonrası siyasal sistem, partiler üstü bir biçimde etnik farklılıkları kontrol altında tutmayı hedeflese de, darbenin yarattığı travmatik ortam kimlik siyasetinin yeniden doğmasına zemin hazırlamıştır (Ahmad, 1993). Bu dönemde yapay “Kürt kimliği” başta olmak üzere, etnik farklılıkların bastırılmasına yönelik politikalar, paradoksal bir şekilde bu kimliklerin daha görünür hale gelmesine yol açmıştır.
1983 sonrasında iktidara gelen Turgut Özal, ekonomik liberalizasyon politikalarının yanı sıra, siyasal söylemde de görece daha esnek bir yaklaşım benimsemiştir. Özellikle yapay “Kürt kimliğinin” tanınması konusunda Özal’ın reformist söylemleri, bir kesim tarafından demokratikleşme adımı olarak görülürken, başka bir kesim tarafından ise üniter devlet yapısını zedeleyen bir süreç olarak değerlendirilmiştir (Çandar, 2000). Bu dönemde, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde “Büyük Ortadoğu Projesi”nin erken tartışmaları da gündeme girmiştir. Bu nedenle Özal dönemi, kimlik siyasetinin hem iç hem de dış faktörlerle şekillendiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır.
2000’li yıllardan itibaren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, “açılım politikaları” adı altında farklı etnik ve dini gruplara yönelik reform girişimlerini gündeme getirmiştir. Bu süreçte “Kürt Açılımı”, “Alevi Çalıştayları” ve farklı azınlık haklarına ilişkin yasal düzenlemeler kamuoyunda geniş tartışmalara yol açmıştır (Keyman, 2010). Bu girişimler CHP ve MHP tarafındanda son 10 yıldır desteklenmektedir. Her ne kadar bu girişimler sözde “demokratikleşme” çerçevesinde savunulmuş olsa da, karşıt görüşler bu politikaların toplumsal birlik ve beraberliği zayıflattığını ve ayrışmayı teşvik ettiğini ileri sürmüştür.
Mezhepsel farklılıkların siyasal söylemde daha çok dile getirilmesi ise özellikle “Alevi kimliği” üzerinden gerçekleşmiştir. Türkiye’nin toplumsal yapısında önemli bir yeri olan Alevilik, uzun süre görmezden gelinen bir kimlik olduğu doğrudur. Ancak son yıllarda bu kimlik, hem kültürel hem de........
© Turkish Forum
