menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Aidiyet, Eleştirel Akıl ve Diyalektik Düşünme: Psikolojik ve Antropolojik Bir Yaklaşım

14 0
09.07.2025

İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır. Yaşamının en erken evrelerinden itibaren birey, kendini bir gruba ait hissetme ihtiyacıyla hareket eder. Bu ihtiyaç, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “aidiyet” (belongingness) kavramıyla açıklanır (Maslow, 1943). Aidiyet hissi, yalnızca bir grubun parçası olmak değil; aynı zamanda o grupla duygusal, bilişsel ve değer düzeyinde özdeşlik kurmak anlamına gelir. Bireyin psikolojik bütünlüğü, aidiyet hissi sayesinde şekillenir; benlik algısı ve yaşam doyumu bu duygunun niteliğiyle doğrudan ilişkilidir (Baumeister & Leary, 1995).

Ancak aidiyet, her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Ait olunan grubun normları bireyin öz-eleştirisini bastırabilir, sorgulamayı engelleyebilir. Bu durum, bireyin düşünsel gelişimini sınırlayarak onu grup normlarına “esir” hale getirebilir. Bu nedenle aidiyet ile özgür düşünce arasında denge kurulması gerekir. İşte bu noktada “eleştirel akıl” devreye girer. Eleştirel düşünme, bireyin hem kendini hem de ait olduğu yapıları sorgulama yeteneğini geliştirir (Brookfield, 1987). Aynı zamanda bu süreç, bireyin “diyalektik düşünme” düzeyine ulaşmasında önemli bir araçtır.

1.1. Aidiyet Duygusunun Evrenselliği

Aidiyet, her insanın temel psikolojik gereksinimlerinden biridir. Roy Baumeister ve Mark Leary (1995), aidiyet ihtiyacının evrensel bir güdü olduğunu savunur. Bu kurama göre insanlar, anlamlı ve sürekli kişilerarası ilişkiler kurma yönünde içsel bir motivasyon taşırlar. Bu bağ, bireylerin yaşam doyumu, mutluluk düzeyi ve psikolojik sağlığı üzerinde belirleyici bir etkendir.

Yalnızlık, dışlanma ya da toplumsal reddedilme gibi durumlar bireyin aidiyet ihtiyacının zedelendiği hallerdir ve anksiyete, depresyon gibi ruhsal bozukluklarla yakından ilişkilidir (Leary et al., 1995). Birey bir gruba aidiyet hissetmediğinde psikolojik olarak kendini parçalanmış hisseder ve benlik bütünlüğü bozulur. Bu nedenle aidiyet sadece sosyal değil aynı zamanda klinik psikoloji açısından da önemlidir.

1.2. Aidiyet ve Kimlik Gelişimi

Erik Erikson’un psikososyal gelişim kuramında, ergenlik döneminde bireyin “kimlik kazanma” süreciyle aidiyet ihtiyacı doğrudan bağlantılıdır (Erikson, 1968). Bu süreçte genç birey, “Ben kimim?” sorusunu sorarken bir yandan da “Nereye aidim?” sorusuna yanıt arar. Yanıtlar bazen etnik köken, bazen dini grup, bazen de siyasi bir ideoloji üzerinden şekillenir. Aidiyet grubu, bireyin benliğini yapılandırmada referans noktası olur.

Ancak bu süreç her zaman sağlıklı işlemez. Aşırı aidiyet, bireyin kendini yalnızca grup kimliğiyle tanımlamasına neden olabilir. Bu da bireyin eleştirel düşünme becerilerini körelten, dogmatik kalıplara sıkışmasına yol açan bir durumdur. Bu noktada aidiyetin “ölçülü” olması ve bireyin zihinsel özerkliğini koruyabilmesi önem kazanır.

2.1. Kültürel Kimlik ve Toplumsal Aidiyet

Antropolojik bağlamda aidiyet, yalnızca bireysel bir his değil, aynı zamanda kolektif bir deneyimdir. Antropolog Fredrik Barth, etnik grupların sınırlarını belirleyen unsurun “kültürel içerikten çok, biz ve onlar ayrımı” olduğunu öne sürer (Barth, 1969). Yani aidiyet, çoğu zaman dış grup tarafından tanınmak ve karşılık görmekle mümkün hale gelir. Bir bireyin veya grubun aidiyet hissi, sadece kendi iç referanslarına değil, karşılaştığı toplumsal yapının tanımasına da bağlıdır.

Göç çalışmaları, bu boyutu daha iyi anlamamıza katkı sağlar. Göç eden bireylerin karşılaştığı kültürel geçişlilik, hem eski hem yeni kültürle olan aidiyet bağını dönüştürür. Birçok çalışmada göçmen bireylerin kimlik karmaşası yaşadığı ve “iki dünya arasında kalma” hissine kapıldığı vurgulanır (Tölölyan, 1996). Bu durum, bireyin kültürel aidiyetini esnek ve çok katmanlı hale getirir.

2.2. Mekân, Beden ve Aidiyet İlişkisi

Antropologlar sadece sosyal yapılar değil, fiziksel mekânın da aidiyet hissiyle iç içe geçtiğini savunurlar. Birey yalnızca toplumsal bir gruba değil, aynı zamanda bir coğrafyaya, dile, iklime, hatta yemek kültürüne bile aidiyet hisseder. Özellikle yerli halk çalışmalarında “belonging to country” kavramı, aidiyetin doğayla ve toprakla kurulan derin bağlara dayandığını gösterir (Rose, 1996).

Bu tür aidiyetler sadece zihinsel değil; bedenle de deneyimlenen, duyusal olarak içselleştirilen ilişkiler ağına dayanır. Koku, ses, tat gibi duyularla taşınan aidiyet hafızası, bireyin mekânsal yönelimini ve kültürel belleğini şekillendirir. Bu bağlamda aidiyet, sadece psikolojik değil; bedensel, tarihsel ve antropolojik olarak da çok katmanlı bir yapıdır.

3.1. Eleştirel Akıl Nedir ve Neden Gereklidir?

Eleştirel düşünme ya da eleştirel akıl, bireyin hem içsel hem dışsal dünyaya yönelik sürekli bir sorgulama pratiği içinde olmasıdır. Kurumsal, kültürel ya da bireysel düzeyde karşılaştığı bilgi, inanç ya da değerleri “doğru–yanlış”, “geçerli–geçersiz”, “haklı–haksız” gibi ikiliklerle analiz etme sürecidir. Bu analiz, bireyin körü körüne aidiyet geliştirmesinin önüne geçerek düşünsel özerkliğini besler (Paul & Elder, 2014).

Eleştirel akıl, yalnızca bilgiye ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda bilginin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiğini de sorgular. Bu yönüyle birey, hem kendi zihinsel süreçlerini hem de ait olduğu toplumsal yapının dinamiklerini analiz etme fırsatı bulur. Örneğin, bir etnik gruba duyulan aidiyetin, bireyin diğer gruplara karşı önyargı geliştirmesine sebep olup olmadığını sorgulamak, eleştirel aklın işlevsel bir örneğidir.

3.2. Eleştirel Akıl ve Bireysel........

© Turkish Forum