menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“ABD Güdümünde Kandırılmış Değil, Tasarlanmış Bir Süreç: Silah Bırakma Tiyatrosu, Yeni Anayasa Hamlesi ve Ortadoğu’nun Formatlanışı”

10 1
12.07.2025

Silah bırakma tiyatrosu olarak adlandırılan süreç, yalnızca terörle mücadele politikalarıyla sınırlı bir olgu değildir. Bu süreç, Türkiye’nin siyasal yapısını yeniden dizayn etme çabasının bir ayağı olarak, özellikle ABD’nin bölgesel çıkarları doğrultusunda sahneye konulmuştur (Yalçın, 2014). Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yürüttüğü görüşmeler, Recep Tayyip Erdoğan’ın “millî birlik ve kardeşlik projesi” adıyla yürüttüğü girişimler ve Devlet Bahçeli’nin taktiksel muhalefeti, bir kader birliği olarak değerlendirilmelidir. Her ne kadar bu aktörler kamuoyunda farklı pozisyonlarda görünse de, ortaya çıkan sonuçlar aynı merkezden yönlendirilen bir stratejinin uzantısı olmuştur (Duran, 2015).

Yeni anayasa tartışmaları ise, görünürde demokratikleşme vurgusu taşısa da, içerik itibariyle rejimsel dönüşüm projeksiyonu taşımaktadır. Başkanlık sistemine geçiş, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aşındırılması ve yürütmenin mutlak hâkimiyeti, bu anayasa çalışmalarının temel hedefi olmuştur (İnsel, 2016). Anayasa tartışmalarında DEM’in destekleyici tutumu, bu partinin etnik temelli taleplerini meşrulaştırmak amacıyla yapılan stratejik bir tercihtir. Diğer yandan MHP’nin anayasal dönüşüme destek verirken gösterdiği milliyetçi söylem, tabanını konsolide etmekten öteye geçmemiştir.

BÖLÜM I

BOP ve Türkiye: ABD’nin Ortadoğu Formatlama Stratejisinde Ankara’nın Yeri

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin küresel hegemonya stratejisinin bir uzantısı olarak şekillenen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), yalnızca enerji güvenliğini sağlamak ya da terörle mücadele kisvesiyle yürütülen bir operasyon değildir. Bu proje, özellikle İslam coğrafyasındaki mevcut siyasal sınırları, ideolojik eksenleri ve toplumsal yapıların kimyasını yeniden tasarlamayı hedefleyen çok katmanlı bir jeopolitik dönüşüm planıdır. 2003 Irak işgali ile sahneye sürülen bu planın, Türkiye gibi NATO üyesi ülkeler için bir taşeronluk görevi yüklediği açıktır (Chomsky, 2007). BOP’un eş başkanlığını üstlendiğini açıkça beyan eden dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemleri, Türkiye’nin bu emperyal mühendislikte aktif bir rol oynadığını teyit etmektedir (Erdoğan, 2004).

ABD’nin BOP çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği rol, klasik askeri müttefiklikten ziyade “model ülke” kavramı üzerinden şekillenmiştir. Bu model, bir yandan İslam ile demokrasinin bağdaştırılabileceği iddiasını taşırken, diğer yandan bu yapının küresel neoliberal düzenle uyumlu olmasını öngörüyordu (Fuller, 2008). Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti, hem içeride siyasal İslam’ı normalleştiren politikalarla hem de dış politikada ABD çizgisine paralel tutumuyla bu role gönüllü biçimde angaje olmuştur. Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki pozisyonlanışı, “Kürt meselesi” üzerinden yürütülen açılım süreçleri ve bölgesel askeri hamleleri bu çerçevede okunmalıdır (Kardaş, 2011).

BOP’un en önemli ayaklarından biri, ulus-devlet yapılarının çözülmesi ve etnik-mezhebi fay hatları üzerinden yeni mikro devletçiklerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin doğusundaki “Kürt meselesi”, yalnızca bir iç güvenlik problemi olarak değil, aynı zamanda BOP’un böl-parçala-yönet paradigmasına hizmet eden bir enstrüman olarak değerlendirilmiştir. Nitekim terör örgütü PKK’nin silahlı varlığı ve lideri Öcalan’ın “siyasi meşruiyeti”, bu projeksiyon dâhilinde sistematik olarak kullanılmıştır. 2009’da başlatılan “Kürt açılımı” süreci ve 2013-2015 İmralı görüşmeleri, ABD’nin bölgesel tasarımına paralel olarak ilerlemiştir (Çandar, 2012). Erdoğan’ın bu süreçte gösterdiği “barışçıl” pozisyon ise hem içeride oy devşirme, hem de dışarıya ‘ılımlı İslamcı lider’ imajı çizme çabasının ürünüydü.

Ancak bu işbirliği, Erdoğan rejiminin 2011 sonrası Suriye iç savaşına yönelik agresif politikaları ve ABD ile yaşadığı çıkar çatışmaları nedeniyle zamanla çatırdamaya başlamıştır. Yine de, Türkiye’nin BOP’taki işlevi tamamlanmadan süreçten kopması mümkün olmamıştır. Özellikle anayasa tartışmaları, başkanlık sistemine geçiş ve “tek adam rejimi” olarak nitelenen yeni yönetim yapısı, tam da BOP’un önerdiği “otoriter ama Batı yanlısı” yönetim modeline uygundur (Gürpınar, 2019). Bu bağlamda, Erdoğan liderliğindeki Türkiye, emperyal projelerin taşeronluğunda siyasal rejimini yeniden formatlarken, içeride ve dışarıda ittifaklarını da buna göre şekillendirmiştir. Bahçeli’nin MHP’si ve Öcalan’ın temsil ettiği terör endeksli çizgi, bu yeni düzende pozisyon alarak BOP eksenli planlamada doğrudan fakat etkili figürler hâline gelmiştir.

BÖLÜM II

Silah Bırakma Tiyatrosu: İmralı Süreci’nin Perde Arkası

2013 yılında “çözüm süreci” olarak kamuoyuna sunulan İmralı merkezli görüşmeler, görünüşte barış ve demokratikleşme amacı taşısa da, arka planında iç siyasetteki denge oyunları ve dış politikadaki yönelimler doğrultusunda tasarlanmış bir mühendislik süreciydi. Abdullah Öcalan’ın “barış elçisi” olarak lanse edilmesi ve Kandil ile kurulan doğrudan temaslar, devletin terörle mücadele anlayışında dramatik bir kırılmaya işaret ediyordu. Süreç boyunca silahların gömüleceği ve siyasetin ön plana çıkacağı yönündeki söylemler, esasen kamuoyunu hazırlamak ve muhalefeti pasifize etmek adına kullanılan taktiksel araçlardı (Watts, 2010). Ancak bu görüntünün ardında, silahlı yapının tasfiyesinden çok, yeniden konumlandırılması yatıyordu.

İmralı süreci, aynı zamanda Erdoğan’ın başkanlık hedefiyle doğrudan bağlantılıydı. AKP hükümeti, bu süreç aracılığıyla güneydoğulu seçmenlerin desteğini alarak 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasındaki anayasal dönüşüm için gerekli zemini inşa etmeye çalıştı. Öcalan’a verilen mesajların, devlet yetkilileri aracılığıyla HDP heyetleri tarafından kamuoyuna servis edilmesi; demokratik şeffaflıktan çok, halkla ilişkiler stratejisine dayalı bir tiyatro gösterisiydi. Ne var ki Kandil’in ve HDP’nin bazı aktörlerinin bu süreci içselleştirmemesi, sahadaki silahlı yapı ile masadaki siyasal aktörlerin söylem tutarsızlıklarını giderek görünür hâle getirmiştir (Gürer, 2015). Süreç boyunca hem devlet hem örgüt açısından “çift yönlü oyalama” yaşanmış, taraflar birbirini taktiksel olarak kullanmış ama stratejik güven inşa edememiştir.
“Çözüm sürecinin” mimarlarından biri olan dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ((2009–2015) daha sonra İbrahim Kalın bu rolü üstlendi)) bizzat İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan’la müzakerelere katılması, sürecin bir istihbarat operasyonu boyutu taşıdığını göstermektedir. Fidan hakkında 2012 yılında açılmak istenen “KCK davası” ve bu dava üzerinden dönemin Başbakanı Erdoğan’a yöneltilen siyasi hamleler, çözüm sürecinin bir yönüyle uluslararası güç mücadelesinin arenası hâline geldiğini açıkça ortaya koymuştur (Gürsel, 2016). Bu noktada süreç, yalnızca iç barışa dair bir mesele olmaktan çıkmış; küresel güç dengelerinin, bölgesel harita planlamalarının ve Türkiye içindeki iktidar kavgalarının düğüm noktası olmuştur. “Barış “ söyleminin ardında dönen istihbarat savaşları ve siyasi hesaplar, sürecin aktörleri arasında gerçek bir mutabakat zemini oluşmasını engellemiştir.
Neticede 7 Haziran 2015 seçimleri ve ardından yaşanan siyasi kırılma, çözüm sürecinin gerçek anlamda hiçbir zaman “çözüm” niyetiyle yürütülmediğini gözler önüne sermiştir. Seçimlerin ardından artan şiddet, Sur ve Cizre gibi kentlerde yaşanan ağır çatışmalar ve şehir savaşları, sürecin topluma ne derece maliyetli bir sonuç doğurduğunu açıkça ortaya koymuştur. Silah bırakma vaadiyle başlatılan sürecin, tersine silahların şehir içine taşındığı bir ortam yaratması; halkta ciddi bir travma yaratmış, devletin güvenilirliği ciddi biçimde sarsılmıştır. Erdoğan, bu süreçten iki kazançla çıkmıştır: Birincisi, başkanlık yolunda güneydoğulu oylarının kısa süreliğini de olsa kazanımı; ikincisi ise sürecin çökmesiyle oluşan milliyetçi dalgayı arkasına alarak MHP ile ittifaka zemin hazırlaması (Yılmaz, 2018). Dolayısıyla çözüm süreci, tarafların asla gerçek anlamda çözüm istemediği, kontrollü ve planlı bir kırılmaya hazırlanan bir tiyatrodan ibaretti.

BÖLÜM III

Yeni Anayasa Tartışmaları: Başkanlık Rejimi ve Muhalefetin Kullanımı

Türkiye’nin siyasal tarihinde anayasa tartışmaları, her zaman rejim krizlerinin, iktidar mücadelelerinin ve toplumsal kırılmaların yoğunlaştığı dönemlerle eşzamanlı yürümüştür. AKP iktidarının 2010 referandumundan sonra başlattığı “sivil anayasa” söylemi, demokratikleşmeden çok, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aşındırılması ve yürütme erkinin Erdoğan bünyesine endeksli merkezileştirilmesi hedefini taşımaktaydı. 2017 referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, Türkiye’de parlamenter demokratik yapının sonunu getirirken, yasama ve yargının yürütmeye bağlı hâle geldiği bir otoriter başkanlık rejimi tesis edilmiştir (Keyman & Gümüşçü, 2018). Yeni anayasa söylemi ise, bu rejimin hukuki çerçevesini sağlamlaştırmak ve iktidarın ideolojik yönünü kurumsallaştırmak amacıyla gündeme getirilmektedir.
Anayasa tartışmalarında en çarpıcı husus, Erdoğan’ın uzun vadeli otoriter projeksiyonunun toplumsal onayını sağlamak için hem milliyetçi hem de Güneydoğu’daki seçmen gruplarına eş zamanlı biçimde göz kırpmasıdır. Bu bağlamda Devlet Bahçeli’nin MHP’si, sistemin millî ve yerli söylemle meşrulaştırılmasına katkı sunarken; Öcalan ve DEM çizgisi ise, yeni anayasa üzerinden özerklik tartışmalarını masada tutarak rejime örtülü destek sunmaktadır........

© Turkish Forum