Barış ve Demokratik Toplum: Tarihsel Bir Zorunluluk
Son yüzyılda yaşanan sıkıntılar, savaşlar ve toplumsal çatışmalar, barışın ne kadar kıymetli bir olgu olduğunu bizlere defalarca gösterdi. Abdullah Öcalan'ın "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" da bu bağlamda, sınırların ötesinde bir demokratik uzlaşı arayışını dile getiriyor. Ancak bu çağrının niteliğini anlamak için, tarihsel süreçleri, toplumsal dinamikleri ve felsefi açıdan barışın anlamını değerlendirmek gerekiyor.
Öcalan'ın, PKK'nin kendini feshetmesi gerektiğine dair sözleri, yalnızca bir stratejik karar değil, aynı zamanda tarihsel koşulların gerektirdiği kaçınılmaz bir dönüşüm olarak değerlendirilebilir. Zira modern dünyada, silahlı hareketlerin siyasal ve toplumsal dönüşüme katkı sunamadığı gerçeği gün gibi ortadadır. Demokratik siyaset kanallarının kapalı olduğu dönemlerde dahi, şiddet dışı alternatifler yaratmak mümkün oldu. İşte tam da bu nedenle, silahların devre dışı bırakılması ve toplumun bütün kesimlerinin demokratik siyaset alanına katılması, barışın sürdürülebilirliği için hayati bir adımdır.
Bu süreci anlamlandırmak için Hannah Arendt’in totaliter düzenler üzerine söyledikleri büyük önem taşıyor. Arendt, totaliter rejimlerin, gerçeklik algısını manipüle ederek halkın sorgulama yetisini kaybetmesine neden olduğunu ifade eder.
Arendt’in en çarpıcı ifadelerinden biri şudur: "Herkes sürekli yalan söylediği zaman, insanlar bir süre sonra doğruya inanmaz. Ama aynı zamanda hiçbir şeye de inanmaz." Bu bağlamda, toplumların eleştirisel düşünme yetisinin zayıflatılması, manipüle edilmiş bir toplumsal bilinç yaratıyor. İşte bu nedenle, barış sürecinin şeffaf ve tartışmalara açık bir şekilde yürütülmesi elzemdir.
Barış sadece bir silah bırakma durumu değil, aynı zamanda hukuki ve ahlaki düzeni de gerektirir.
Kant’a göre savaşın sona ermesi, gerçek bir barış anlamına gelmez; aksine, hukukun tesis........
© Tigris Haber
