DEM Milletvekili Sevilay Çelenk’ten Narin Güran cinayetine aykırı bir bakış: ‘Nedeni bulunamamış’ bir aile cinayeti olmaz, İstinaf’ta tahliye bekliyorum!
Diğer
20 Şubat 2025
DEM Parti Diyarbakır Milletvekili akademisyen Sevilay Çelenk, Türkiye’nin önde gelen iletişim akademisyenlerinden. Çelenk, bir süre önce duruşmalarını özenle takip ettiği, dava dosyasını bütünüyle okuduğu Narin Güran cinayetiyle ilgili olarak, aykırı bir yazıyı kaleme aldı. Bianet’te yayımlanan “Narin: Hayatın Olağan Akışında Kaybedilen Hakikat” başlıklı yazıda Çelenk, Güran cinayetinin soruşturma, yargılama ve karar aşamasındaki çelişkileri ayrıntılarıyla irdeliyor ve kararın da iddiaların da inandırıcı olmadığını anlatıyordu. Linç edilme riskine rağmen kaleme aldığı yazıya, okuma zahmetinde bile bulunmadığı anlaşılan çok sayıda kişiden tepki geldi. Yine de bu çelişkileri ciddiye alan, yazıdaki iddiaların tatmin edici olduğunu söyleyen ve adaletin, hakikatin etkili biçimde aranması gerektiğini belirten kişi sayısı da az değildi. Çelenk’le, yazıyı kaleme alma ihtiyacını neden duyduğunu, Narin Güran cinayeti konusunda Güran ailesini suçlu bulan kararı neden inandırıcı bulmadığını konuştuk.
- Yazınızın başında uzunca bir biçimde bu yazıyı neden kaleme aldığınızı anlatma gereği duyuyorsunuz. Bu açıklama kaygısının nedeni oluşan toplumsal kabuller mi?
Evet, Narin Güran’ın kaybolmasını ve daha sonra cansız bedeninin bulunmasını takip eden süreçte, olay etrafında çok keskin ve çok net görüşler oluştu. Öyle ki başka bir ihtimali dile getirmeye kalktığınız anda lafınız ağzınıza tıkılıyordu. Oysa ben yazacaklarımın duyulmasını ve üzerinde düşünülmesini istiyordum. Güran ailesinin bir adli vakada bence dünya üzerinde benzeri görülmemiş türden bir medya manipülasyonu ve dezenformasyonla baş başa kalması ve aileyi kuşatan sosyal medya linçi karşısında tek imkân araştırmak, anlamaya çalışmak ve anlatmaksa, kimseyi itmeden ve incitmeden bunu yapabilmek gerekiyordu. Yapabilmelisin ki bir işe yarasın. Yazıyı yazdım, defteri kapattım meselesi değildi benim için. Gerçekten ikinci duruşmadan sonra günlerce doğru dürüst uyuyamadım desem yeridir. Bu linçe karşı bir söz üreten ve önceliği okunmak olan bir yazıda, önce kendi düşünce ve gelgitlerimi ortaya koymamın yardımcı olacağını düşündüm. Fakat böyle bir medya ve böyle bir yargı dünyasında, Güran ailesine yönelen nefret ve bu nefretin sağduyuyu ele geçirmesi, sorgulama yetisini felç etmesi tek başına kimsenin suçu değil. Kimsenin anlayışı kıt olduğundan, kimse kötü olduğundan değil, sadece durup düşünmek gerekir demek istedim. Direnç yaratmak istemedim. Böyle...
Bir de bu meseleyle çok yoğun işler arasında ilgilendim. Tabii ki bir sosyal medya saldırısı altında kalmak da istemiyor insan. Bu yüzden her cümlemi çok büyük bir temkinlilikle kaleme aldım. Kutuplaşmayı tırmandırmadan bir dert anlatmak istedim.
- Yazınızın başlarında aile için “Belki güçlerinin yettiği kişilere karşı kötü insanlar olsalar bile pek çok insandan daha kötü olmadıklarını düşünüyorum” yorumunu yapıyorsunuz. Böyle bir ortamda bu yorumu yapmak çok kolay değil.
Bundan da öte, “Belki güçlerinin yettiği kişilere karşı kötü insanlar olsalar bile” demiş olmam, ailenin kötü olduğunu düşündüğümden değil ama öyle şeytanlaştırılmıştı ki hepsi, en nihayet suçsuz olabilecekleri yönünde zihnimde çok kuvvetli bir düşünce oluşmaya başlamış bile olsa, sizin de dediğiniz gibi bunu dile getirmek hiç kolay değildi. Bu şeytanlaştırma aslında çok tarihsel bir şey. Salim, Yüksel ve Enes, sonra bütün aile, sonra akrabalar ve en son koca bir köy şeytanlaştırıldı demek de yetmiyor aslında. “İnsanlıktan çıkarıldılar,” evvela bunu söylemek lazım. Onların insan olmadığı, insanlık bilmediği ve hiçbir değer tanımadığı kabulü üzerinden döndü bütün anlatı. Toplama kamplarında olan türden bir şey, soykırımlarda olan türden bir şey devreye girdi; İnsandışılaştırma. Sosyal medyada alenen köyü ateşe vermekten ve hepsini yok etmekten söz ediliyordu.
Bianet’teki yazıda zaten ailenin AKP tarafından korunuyor olduğu, korunacağı fikrinin de Türkiye’nin her köşesinde bu olaya olağanüstü bir dikkat kilitlenmesini getirdiğini yazmıştım. Çünkü bu tür cinayetlerde cezasızlığa ve kollayıcı eril ideolojiye kimse yabancı değildi. Fakat bu dikkat, anaakım medyanın sorumsuzca sürdürdüğü habercilikle histerik bir karakter kazandı ve sosyal medya linçiyle sonuçlandı. İnsanlıktan çıkarmaya ve cadı avına varan bir hâle dönüştü. Diyarbakırlıların ya da genel olarak Kürtlerin aslında çok yakından bildiği, “insanlıktan çıkarma söylem ve pratiklerini” burada tanıyamaması da aynı handikaptan kaynaklandı gibi geliyor bana. Hizbullah, kontrgerilla, korucu köyü vs. söylentileri arasında -Tavşantepe Köyü’nde- kriminalize eden, yok eden ve bunu yapabilmek için önce insanlıktan çıkaran bir sistemin tarihsel işbirlikçilerini gördüler sanki. Tabii ki esasen bilince çıkarılmamış bir düşünceden söz ediyorum, bilinçdışı süreçlerden. Böyle olabilir diye düşünüyorum.
Güran ailesine yapılan buydu. İnsanlıktan çıkar, şeytanlaştır ve sonra yok et. Yok ettiğinde artık itiraz eden bile kalmasın... Cadı avı. Şunu söylememe izin verin, bunu reyting ya da tıklanma uğruna ve bir çapsızlığın emaresi olarak yapanları bir tarafa bırakırsak, tek tek yurttaşların özel olarak bu amaca saplandıklarını elbette söylemiyorum. Bu sadece bir sosyal medya linç psikolojisi, sanal dünyanın çok tehlikeli bir hal almış “kitle psikolojisi.”
- Yazıda, “Narin’i şu hayatta belki de canından çok sevmiş, korumuş, kollamış olan annesi, daha biricik kızının başına ne geldiğini öğrenmeden ve mezarını bile görmeden evvel, korkunç iftira ve hakaretlere uğramış, evladının yasını tutamadan ‘namusunu aklamaya’ davet edilmiş ve en nihayetinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış olabilir” diyorsunuz. Ayrıca, “Aslında annenin bu davada bir kurban olduğu düşüncesi başından beri hep zihnimde dolaştı durdu. İçimi kemirdi” de diyorsunuz. Bu kanı ilk olarak ne zaman ve nasıl uyandı sizde?
Açıkçası her ne kadar yazıda başta ben de herkes gibi ailenin suçlu olduğu konusunda çok nettim desem de sonra geriye dönük olarak baktığımda bir ailenin bunu yapabileceğini kolay kabullenemediğimi de görüyorum. Aileler bunu yapmaz diye değil, bir aile çok daha büyük kötülükler yapabilir elbette. Biliyoruz, duyuyoruz. Ama o olay özelinde hissiyatım ilk zamanlar böyleydi. Bilhassa anne konusunda. Örneğin Narin’in köyüne gittiğimde, o köyde bir yabancının çocuğa zarar veremeyeceğine kanaat getirmiş olsam da anne, baba, kardeş filan değildi aklımdan geçen isimler. Gittiğimde henüz Narin bulunmamıştı. Bir haftayı aşkın süre geçmişti ve umutlar azalmıştı. Biz köyden ayrılırken, ağlayıp duran ve fenalaştığı için doktor çağırılan anneye sarıldım ve “Canım benim” dedim. O da bana sımsıkı sarıldı. Çünkü gerçekten acısının ne derece yakıcı olduğunu çok derinden hissettim o gün. Bir de korkusuzluğunu ve onca dedikodu çoktan her yeri sarmışken, başının dimdik duruşunu gördüm. Bir suçu saklayan veya bir suçu olan insan bir köy evinin ortasında öyle korkusuz ve çekincesiz oturamazdı. Hayat bana bu yaşa kadar bir şey öğrettiyse içinde bu da var. Nitekim köyden çıktıktan sonra Narin’in bulunması için çağrı yaparken kaydettiğim videoda da ailenin acısından söz ettim. Baba Arif Güran’la ve Narin’in amcalarından biriyle de konuştum o gün. Hiçbirinin bir yalanı dolanı var gibi görünmüyordu. Çok ama çok kaygılıydılar.
- Yazınızda, “Dahası şimdi Anne Yüksel Güran gibi oğlu Enes’in ve hatta çoğu kişi gibi bana da oldukça sevimsiz görünen Amca Salim Güran’ın da ‘masum’ olabileceğini düşünüyorum” diyorsunuz. Böyle düşünmenize gerçekten ne yol açtı, başta da böyle düşünüyor muydunuz, ne değiştirdi düşüncelerinizi?
Her şeye rağmen, Narin’in cansız bedeni bulunduktan kısa zaman sonra, iyi hatırlıyorum, paylaşılan birçok bilgi de kafama hiç yatmamıştı. Nitekim Gazeteci Ferit Demir’in sosyal medyada yaptığı bir paylaşım altında bu türden bir bilgideki tuhaflığa dikkat çekmiştim. Şimdi bakıyorum ki ta o zaman, Narin’in arkadaşlarından ayrılmasından Eğertutmaz Deresi kenarına bir araba içinde taşınmasına kadar olan o kısacık zaman aralığı dikkate alındığında, bu cinayetin evde işlenmiş olabilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu, Narin bir şeye tanık olduysa bunun eve varmadan olmuş olmasının daha akla yatkın olduğunu çok özenli ama açık bir dille o tweet’te söylemişim aslında. Ailenin organize kötülüğüne işaret eden o paylaşıma cevap yazdığımda, Narin’in cansız bedeni bulunalı sadece 3 gün olmuştu. Sanırım o kısacık süreye organize bir aile cinayetinin sığmayacağına sosyal medyada ilk dikkat çekenlerden biri olmalıyım. Nitekim başka bir söyleşide olayın bu şekilde medya yoluyla dramatize edilmesinin tehlikelerine dikkat çekmiştim. Bu paylaşımıma karşı bir cevap ya da yorum yazılmadı.
Başka bir yerdeki görevim nedeniyle, ilk duruşma için Diyarbakır’a gidememiştim fakat o duruşmayla ilişkili haber ve yazıları yakından takip ettim. Öne sürülen iddialar arasında aklıma yatmayan, mantığa sığmayan çok şey vardı, zaten süreç içinde pek çoğunun da ya tümüyle yalan olduğu ya da çok ciddi bir çarpıtma sonucunda zaman ve bağlam değişikliği ile karşımıza geldiği açığa çıktı.
İkinci duruşmada iddiaların birçoğunun artık hiçbir inandırıcılığının kalmadığı açığa çıktı. Ama yine de bu dezenformasyonun ürettiği bilgi aileye karşı öne sürülmekten ya da ima edilmekten imtina edilmiyordu. Bence bu dehşet verici bir şeydi. Dehşet verici olan diğer bir şey de olayı sadece medyadan izlemiş, ilk duruşmada belki yer almış ama esas delillerin uzun süre incelendiği ve önümüze getirildiği ikinci duruşmada hiç bulunmamış, o günkü bir tek savunmayı dinlememiş kişilerin, sadece kısa kararı duyarak adaletten emin olmaları ve hiçbir şekilde başka bir perspektifi görmek istememeleriydi. Oysa ikinci duruşmada zaten birinci duruşmanın bütün iddiaları bütün ithamları savunma tarafından yeniden gözden geçirilip her birinin aslında ne olduğu anlatılmaktaydı. Yine ikinci duruşmaya katılmamış veya sonradan da savunmaları okumamış olan kişiler ya yüz yüze ya da sosyal medyadan yazarak, “Yeni bir delil mi var, ne oldu da fikrin değişti, ailenin masum olabileceğine nasıl ikna oldun” gibi sorular soruyordu. Anlamakta çok güçlük çektiğim bir kayıtsızlık. Ailenin masum olma ihtimaline karşı sürmekte olan bu kayıtsızlık gerçekten dehşet verici...
Kısacası Bianet’te yayımlanan “Narin: Hayatın Olağan Akışında Kaybedilen Hakikat” başlıklı o son yazıyı yazmak da yayımlamak da hakikaten zordu. Çünkü o günlerde televizyon programlarında ve bazı yazılarda Nevzat’ın aldığı cezaya itiraz temelinde kararın adilliği tek tük sorgulanıyor olsa da ailenin tümüyle masum olma ihtimalini, ailenin avukatları hariç, böyle ayrıntılı bir analiz ve yorumla gündeme getiren pek olmamıştı sanırım. Tabii ki insan tedirgin olmuyor değil. Fakat susmak ve düşüncelerimi kendime saklamak elimden gelmedi. Bir ailenin en acılı döneminde eşi benzeri görülmemiş bir adaletsizliğin kurbanı olduğu kanaatine vardıktan sonra öylece oturamazdım. Tedirgindim, fakat ailenin tüm üyelerinin suçsuz olma ihtimalinin olduğundan söz ettiğimden beri, çok sayıda destek mesajı da aldım.
- Fakat siz de ailenin yapmış olduğundan neredeyse emin olduğunuz bir noktaya gelmişsiniz bir ara, yazdıklarınızdan öyle anlaşılıyor. Bunun sebebi neydi?
Narin öldürülmüş halde Eğertutmaz Deresi kenarında bulunduktan sonra öyle acayip, öyle akıl almaz iddialar dolaşmaya başlamıştı ki ilk zamanki duygularımı, düşüncelerimi neredeyse hatırlayamaz hâle geldim sanırım. Süreç içinde artık Salim’le ilgili iddialar, yıkanan halılar, Eğertutmaz yolunda Salim’in arabası vs. bu kadar emin bir biçimde dile getirildikçe, sanırım aile içinde organize bir şey olabileceğini düşünmeye başladım. Sonuçta Narin için adalet istiyorduk ve soruşturma da zaten sürüyordu. Bir dedektif titizliğiyle olayı izlemeyi ve incelemeyi gerektirecek bir şey yoktu ve bu bizlerin işi de değildi. Bu nedenle duyduklarımız üzerinden yorumlamaya başlıyoruz.
Yine de konuyla ilgimi hiç kesmedim tabii. Birikim Güncel’e 30 Eylül 2024 tarihinde yazdığım yazıda zaten böyle bir şey olduysa, olabildiyse bundan sadece aile ya da köy değil, koca bir ülkenin sorumlu olduğunu da ifade etmiştim. Çünkü devletin koruması altındaki “makbul bir ailenin” bir çocuğu katlettiği ve tüm köyün organize biçimde onlarla iş birliği yaptığı düşüncesi hakimiyet kurmuştu. Öyleyse, bu tür bir toplumsal çürüme o köy şeytanlaştırılarak açıklanamazdı.
Tabii ki ülkenin gündemine oturmuş bu korkunç cinayetle gerek bir Diyarbakır Milletvekili gerek bir akademisyen olarak en başından beri çok ilgiliydim. Medya sosyolojisi, çocuk hak haberciliği, medyada kadın temsilleri gibi konular yanında kadına ve çocuğa şiddet de her zaman ilgi alanımdaydı. Kısacası hem bu korkunç cinayetin bir an evvel aydınlanmasını istiyordum hem de olayın sosyal medyada ve tüm ülke gündeminde yer alma biçimi, dili ve bu tarz bir adalet arayışı üzerine düşünüyordum. Fakat nihayetinde hukukçu değilim, dedektif değilim. Olayın cezasız kalmaması için ne gerekirse yapmak ve dayanışma göstermek dışında bir düşüncem yoktu. Ki bunu birçok başka davada da yapıyoruz, yapıyordum. Bu konuyu bu denli günler geceler boyu uykusuz kalarak inceleme ihtiyacı duyacağımı da doğrusu hiç düşünmemiştim. O ara tabii ki özel bir dikkat sarf etmediğinde, yaygın fikirlere de kapılıyor insan.
- Bu yaygın kanaatlerden tam olarak ne zaman uzaklaştınız?
Başlarda, mahkemenin karar vermesini bu kararın aklımıza ve vicdanımıza sığacak bir karar olmasını bekliyordum. Fakat 3 gün boyunca sabahtan gece vaktine kadar, kısa aralıklarla ayrılmak dışında neredeyse kesintisiz izlediğim Diyarbakır Adliyesi’nde görülen ikinci dava duruşmasında gözümün önünden dehşet içinde bir perde kalktı. Verilen karar hiçbir şekilde doğru ya da adil gelmedi. Aile üyelerinin dinlediğim savunmaları bütün ön kabullerimi yerinden etmişti. Özellikle ailenin avukatlarının çok samimi, bence çok başarılı ve çok inanarak yaptığı savunmalardaki birçok detayı belki pek çok kişi çok dikkatle dinlemeye gerek duymadı fakat ben sürekli notlar alarak dinledim. Nitekim duruşmayı başından sonuna izlediğim hâlde kararın açıklanmasından sonra ne bu konuda bir yayına katıldım ne de sosyal medyamdan bir açıklama yaptım. Çünkü bunca spekülasyon ortasında, acele ile yanlış yapma lüksümüzün olmadığı bir adalet arayışının söz konusu olduğunu düşünüyordum…
Sonraki günlerde hemen birkaç savunmayı doğrudan isteyerek baştan sona okuma fırsatı da buldum. O tarihte Bianet’te yayımlanan metni yazmaya başlamışsam da bu yazıyı gerekçeli karar da çıksın, bir göreyim, bir şeyi atlamayayım diye beklettim. Nitekim gerekçeli karar çıktıktan sonraki bir hafta boyunca hem gerekçeli kararı hem ikinci duruşmadaki okumadığım tüm savunmaları, mahkeme tutanaklarını, eklerini, yani o 950 sayfalık dosyayı satır satır okumuş oldum. Fakat ilginç olan bu yazıyı sosyal medyamda paylaştığımda, paylaşımımın altına, “Neden fikrini değiştirdin, şimdiye kadar ne yaptın” gibi cümlelerle başlayarak sonra işi iftira ve hakaretle yıldırma faaliyetine vardıranların hiçbiri sanırım benim hepi topu 17 sayfa olan yazımı bile okumaya gerek duymamıştı. Oysa okumadığın bir yazı hakkında bu şekilde yorum yapmak problemli bir şeydir. Böyle bir sorumsuzlukla ve tembellikle adalet istenemez bence. Neyse ki çok kişi de hâlâ adaletin peşinde...
Türkiye’de yaygın bir sorun da şu ki birçok kimse kendi “davasında” bir ortaklığa tekabül etmiyorsa, kendinden saydığı kişilerin başına gelmemişse, başkasının uğradığı adaletsizlikle pek empati kuramıyor. Gerek görmüyor buna. Örneğin annenin “namus” demiş olması, o kadının o coğrafyadaki hayat tecrübesi ve kültürüyle hiçbir bağ kurmayan üstenci bir dille mahkûm ediliyordu. Zaten evladının değil, namusunun derdine düştüğü düşünülüyordu. Hem evladına hem uğradığı hakarete üzülme ihtimali sanki hiç yoktu. Aile budur, devlet budur diyen sekter bir yaklaşımla, bir adli vakanın kendine özgü sosyolojisi tümden es geçiliyordu. Fakat ailenin ve devletin ne olduğuna ilişkin teorik bilgi, adli bir vakada, bir ailenin suçsuz olma ihtimalini tümden askıya alacak biçimde yorumlanıyorsa vay halimize.
Mesela bu konuda birçok kötü örnek gözümüzün önünde olduğu halde, suçsuz olma ihtimali çok yüksek olan Enes’in ya da annenin cezaevinde başına gelebilecek bir kötülüğü tahayyül edemiyor kimse. Bu düşünce çoğu kişiyi rahatsız etmiyor. Hatta bundan, yani başlarına çok kötü bir şey gelebileceğinden, suçlu olduğunu varsayarak, çok rahat bir ihtimal olarak söz edilebiliyor. Dediğim gibi ikinci duruşmanın hiçbir savunmasını dinlemediği ya da okumadığı halde, ilk duruşmada duydukları ile yetinen ve başka bir cümle bile duymaya tahammülü olmayan çok kişi var. O zaman aslında demek ki ilk duruşmaya da gerek yoktu. Öyle ya, merkez medya seçip ayıklayarak her şeyi önümüze koymuştu nasılsa. Birdenbire herkes, siyaseti tümden rehin alan yargıya ve bir dezenformasyon imparatorluğu olan medyaya güven duymaya başlamıştı!
Üzücü olan diğer bir konu da bu aşırı dramatize edilmiş medya ortamında ve ağır spekülasyonlar karşısında, artık sadece alternatif medya tabir ettiğimiz mecralarda çalışan ve işini ciddiyetle yapan iyi gazeteciler Narin Davası duruşmalarına ve olayı özel olarak inceleme çabasına bir parça mesafeli oldu. Böylece bu tecrübeden de kısmen mahrum kaldığımız bir “adalet arayışı” söz konusuydu. Bu anlamda da bu konuda bir siyasetçi olarak söz almak zordu tabii.
- Narin cinayeti konusunda toplumun büyük bir bölümü anne, amca ve abinin cezalandırılmasını doğru bulsa da cinayetin nedeninin aydınlatılamadığı konusunda hemfikir. Zaten Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararının değerlendirme bölümü de “nedeni bulamasak da failleri bulduk” diye başlıyor. Cinayetin nedeni biliniyor mu? En azından bir tahmin var mı?
Şimdi sorun tam da burada başlıyor. Tabii ki nedeni bulamamış olan faili de bulamaz. Oysa failin kim olup kim olamayacağıyla ilişkili eleştirel bir aklı devreye sokmak gerekir. Öyle bir akıl kaldıysa tabii. Tahayyül etmek dediğim şey bu. Muhakeme yürütmek. Görünmeyeni görünenlerde sezmeye çalışmak. Bu aynı zamanda ahlaki bir seçim yapmak anlamına gelir. Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek adlı eserde, Kant’ın, tahayyül kudretinden yoksun bir aklı ölü bir akıl olarak gördüğü, yine aynı eserde basitçe ifade edersek, tahayyül gücünü̈, bizzat mevcut olmayan bir nesneyi sezgide temsil etme yetisi olarak değerlendirdiği belirtilir. Aynı eserde Agnes Heller’in de ahlakın evrensel yön tayin edici ilkesinin “özen” olduğunu söylediği ve özeni en temel şey olarak değil de yönümüzü tayin eden bir ilke olarak tanımladığı hatırlatılır.
Kısacası Narin olayında karşı karşıya kaldığımız kısa karar ya da gerekçeli karar en sonunda bizi korkunç bir cinayetin esasen nedensiz olduğu bilgisiyle baş başa bırakıyorsa, burada bir özensizlik, olaya ahlaki bir sorumlulukla eğilmekte bir noksanlık olduğunu da görebilmek gerekir. Nitekim ailenin avukatlarından birinin istinaf dilekçesinde belirttiği gibi, elbette nedensiz cinayetler de vardır ancak bunlar genellikle tek kişinin eylemleridir. Üç kişi bir araya gelip nedensiz bir cinayet işlemez. Nedensiz bir aile cinayeti olmaz... Kısacası böyle organize olduğu iddia edilen bir aile cinayetinde nasıl olur da bir neden bulunamaz diye durup düşünmek, özenle düşünmek ve sorumlulukla incelemek gerekir. Eğer bunun üzerine bir söz üretiyor ve kendimize bu cinayetin aydınlatılması ile ilişkili bir sorumluluk tanımlıyorsak.
Evet pratik bir neden, bir çıkar, muhakkak bir şeyi gizlemeye dair ciddiye alınır bir kanaat olması gerekir. Nitekim bu neden aranırken anne ile amcanın ilişkisi ile başlandı, toplu mezarlara kadar gidildi. Hiç ama hiçbiri doğrulanmadı. Çünkü doğru değildi.
Şimdi böyle, zaten diyelim ki cinayetin nedeni organize bir silah kaçakçılığı, faali meçhuller vs. ile ilişkili bir şey filan olsa, avuç içi kadar yerde bütün bakanlar ve milletvekilleri filan oraya yığılmışken bunun ortaya çıkmaması mümkün mü? Çıkmamasının bir tek gerekçesi olabilirdi, “Ailenin korunuyor olması”. Nitekim iddia da buydu. Fakat ortaya çıkan sonuçta gördük ki aile çırılçıplak ortada ve kendi trajedisiyle baş başa. Ne koruyanı var ne de başka bir şey. Aile gerçekte hiçbir şekilde güçlü bir aile gibi görünmüyor. Çoluk çocuk çalışan, didinen bir aile. Enes 18 yaşında, özel Fen ve Teknoloji Lisesi’ndeki eğitimini parasızlık nedeniyle bırakarak çalışmaya başladığını söylüyor. “Okula gidebilecek ayakkabım yoktu” diyor. Her aileye düşen 350 dönüm tarla dışında bir şeylerinin olmadığını, tarla denen şeyin satılıp para yapılamayacağını filan anlatıyor. Bunu o kadar içten anlatıyor ki... Belki okulu bırakmasının başka nedenleri de var fakat bize neredeyse “sapkın, uyuşturucu bağımlısı, cani vs. vs.” olarak gösterilen bu çocuk o yaşta sigortalı kayıtlı kuyutlu çalışan bir çocuk. Vinç operatörlüğü yapıyor. Savunmasında söylüyor, o gün de gece saat 01.30 civarı Malatya Arguvan’daki işinden eve gelmiş. Benim en şaşırdığım şey ise daha sadece birkaç gün evvel gerekçeli kararın ekindeki 950 sayfa savunmanın ve beyanın büyük kısmını yeniden okurken, bu çocuğun aslında uyuşturucu, esrar gibi bir şey kullanmadığını, madde bağımlısı filan olmadığını tam kavrayamamış olduğumu fark etmemdi. Medya resmen zihnimize kazımış bunu. Oysa anlaşılıyor ki daha 7 Kasım’daki ilk duruşmada çocuğun uyuşturucu vs. kullanmadığı doktor raporuyla belgelenmiş. Bu yönden “temiz olduğu” belgesi dosyaya girmiş. Koskoca dosyada bu konuda hiçbir itham yok. Ama bu imalar ikinci duruşmada da havada dolaştırılıyor. Örneğin Enes arkadaşlarıyla sigara içtiğinden söz ediyor. Mahkeme Başkanı “Diyarbakır’da sigara esrar olarak da bilinir, normal esrar değil, düz sigaradan bahsediyorsun. Bildiğimiz. Tamam.” diyor. Çocuk bu imayı bunca şeyden sonra bile anlamıyor. Sigara içiyorduk annem “Ciğerlerinize yazıktır” dedi diye devam ediyor.
Yüksel Anne de “Çok fakirlik çektik ama şimdi büyük çocuklar çalışıyor durumumuz biraz iyidir” diyor. Eğer ailenin hiçbir şekilde korunmadığını görebilirsek, ortaya çıkarılacak, ne olduğu bilinmeyen ve bilinmediği hâlde gerekçeli kararda da akıl almaz biçimde zikredilen cinayetin arkasındaki “asıl maksat” diye bir şey olmadığını da anlarız. Devletin korumadığı bir ailenin ortaya çıkarılamamış bir “asıl maksadı,” “asıl bir cinayet gerekçesi” olamaz. Olamaz. Pratikte bir şey bulamıyorsanız, teorik düzeyde, düşünsel düzeyde muhakeme yürütmek zorundasınız. Muhakeme yürüttüğünüzde de bunu anlarsınız.
- İstinaf sürecinde ne bekliyorsunuz?
Nedensiz ve somut delilsiz olarak bin türlü eziyet altında tutuklu bulunan aile üyelerinin tahliye edilmelerini umuyorum tabii ki. Narin için adalet isteğim çerçevesinde umudum da bu. Fakat şu da bir gerçek ki, aile artık hepsi tahliye bile edilse, yarı ölüye dönmüş durumda. Tahliye ihtimali, idama mahkûm edilmiş ve son dakikada affedilmiş Dostoyevski’nin durumunu hatırlatıyor. Julia Kristeva Kara Güneş isimli kitabında bu konuda şu çok etkileyici yorumu yapar. Dostoyevski’nin idama mahkûm olmakla bir anlamda duygusal olarak zaten öldüğünü söyler. Bağışlanmak da arkada yoğun bir melankoli bırakacaktır. Yazar, önceden tahayyül edilmiş, diğer bir deyişle önceden yaşanmış bu ölümün ardından gelen bir bağışlamanın, bu ölümü gerçekten iptal etmiş olması, onu silmesi, mahkûmu mahkum edenle barıştırmış olması mümkün müdür diye sorar. Bence de mümkün değil...
Karar duruşmasının öğleden sonrasında aşağı yukarı sonuç belli olduğunda aile üyelerinin hâlini gördüm. O suskunluğu, o yoğun ve güçlü itirazla dolu sapsarı yüzlerini gördüm... Tahliye edilseler de nasıl affedecekler? Evet suçsuz yere cezaevinde yatan çok kişi var, fakat kendi evladını ya da kız kardeşini, yeğenini korkunç bir şekilde katlettiği gerekçesiyle sonsuz ağır bir muameleye uğramış, tahayyül edilemez bir acıyı, yine tahayyül edilemez bir eziyet ve hatta işkence altında yaşamaya mahkûm edilmiş bu ailenin payına düşen türden haksız mahkûmiyet de azdır. Bu hukuksuzluk üzerine hiçbir olay da çıkarmadılar, ne içeridekiler ne dışarıdakiler... Devlete ve yargıya güvenmeye devam ediyorlar. Diyarbakırlı bir arkadaşım bu konudaki düşüncelerimi paylaştığımda, “Devletçi ama güç sahibi olmayan Kürtler kadar sahipsizi yok” demişti. Tabii ki bunun gerçekten böyle olabileceği ancak işler ters gittiği ve böyle bir nefretin nesnesi oldukları zaman anlaşılabilir. Sanırım onların yanında durma isteğimi pekiştiren bir ifade oldu bu. Kaldı ki, öyle angaje ve istikrarlı bir devletçilik ya da AKP’lilik de söz konusu değil. Her köy gibi Tavşantepe köyünde ve oradaki her aile gibi Güran ailesinde de farklı politik görüşler muhakkak var. Üstelik böyle trajik bir hikâyede bunun hiçbir önemi de yok.
- Mahkeme, failleri başta daraltılmış baz kayıtları olmak üzere pek çok kanıtın bir arada değerlendirilmesiyle bulduğunu söylüyor, gerçekten öyle mi?
Hayır kesinlikle değil. Zaten daraltılmış baz kayıtlarının doğruluğunu ancak kısmen kabul etmiş bir gerekçeli karar söz konusu. Uygun gördüğü yerde kabul ediyor. Uygun görmediği kişiyi aynı yerlerde bulunduğu hâlde kayıtlarda göstermiyor. Öyle........
© T24
