Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu: Bir ülkede adalet yoksa yas vardır!
Diğer
20 Nisan 2025
Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu
Hepimizin üzerinde ne olduğunu tarif edemediğimiz bir hüzün ve yorgunluk var. Ne tam yas ne tam öfke. Ama içimizde bir şey çökmüş durumda. Psikiyatr Şengül Hablemitoğlu’nun sosyal medya paylaşımlarında karşılaştığım kavramlar, bu karmaşık ruh hâlini düşünmeye yöneltti beni. Ardından 2021 yılında Doğan Kitap’tan çıkan “Yas: Uzun Bir Veda”yı okudum ve Şengül Hanım’ın kapısını çaldım. Önce yas sürecini anlamak için sorular sordum, ardından içinde bulunduğumuz ruh hâlini çözümlemek üzere politik yas çerçevesinde bastırılmış acıları, toplumsal yorgunluğu ve adaletle kurulan duygusal bağın kopmasıyla oluşan çöküntüyü konuştuk. Yaralarımız farklı yerlerden açılmış olsa da temel aynı. Bu ortaklık, iyileşmek için bir zemin sunuyor. Şengül Hablemitoğlu’nun dediği gibi: “Umut çoğu zaman fark etmeden, hatta çoğu zaman acıdan doğuyor. Çünkü umut, bir duygu değil sadece bir yönelme biçimi, bir etik tutum.”
- Kaybın ardından yas, adeta gölge gibi yaşamlarımıza sızıyor. Bu gölgeyle nasıl yaşamayı öğreniriz? Gölge ne zaman içimize siner, ne zaman silinir?
Ne güzel söylediniz-gölge. Anlamlı bir metafor bu; yasın görünmez ama hissedilen, en ufak bir ışığın olduğu yerde bile beliren doğasını anlatmak için çok yerinde bir benzetme. Öyleyse gölgeden devam edeyim... Gerçekten de kaybın ardından gelen yas, tıpkı bir gölge gibi bizimle birlikte hareket eder; bazen ardımızdan gelir, bazen önümüzde belirir, bazen de içimize siner. Bu gölgeyi yok etmeye çalışmak boşuna olacaktır. Çünkü kaybı yaşayan biri için yas, yalnızca bir duygu değildir. Bunu vurgulamayı her zaman çok önemli bulurum. Yas; sosyal, ekonomik, fiziksel, fizyolojik, davranışsal ve zihinsel boyutlarıyla hayatın yeniden örgütlenme biçimidir. Bu yüzden yasla yaşamayı öğrenmek, gölgeyle senkronize olmayı öğrenmektir. Hadi biraz romantize edeyim, gölgeyle dans etmeyi öğrenmektir. Zamanla bu gölge silinmez ama biçim değiştirir. Neden? Çünkü sevdiğimiz kişi, kaybettiğimiz insan, bizim iç dünyamızda yaşamaya devam eder. Psikanalitik kuram bunu, “hayattan gidenlerin içimizdeki temsillerinin dönüşmesi” olarak açıklar. Sevdiklerimizin dış dünyadaki varlığı sona ermiştir ama içimizdeki varlıkları sürer. Dolayısıyla gölge silinmez, bazen bir anıya, bazen bir kokuda kalan izlenime, bazen de bir sessizliğe dönüşür.
- Peki, bu gölgeyle yaşayabiliyor muyuz?
Yas tutan insanlar da aslında bu soruyu şöyle sorar “Bu ne zaman geçecek?” Ben de onlara genellikle “geçmeyecek” derim. Ama şunu da eklerim; “acıyla ve sürecin getirdiği değişimle savaşmayı bıraktığınızda, yasa teslim olduğunuzda sadece biraz daha sakinleşeceksiniz.” O zaman yas, sadece acı veren bir hâl olmaktan çıkar. Zamanla, herkes için farklı ilerleyen, tek bir doğrusu olmayan, insana ait bir hâle dönüşür.
- İnsan köklenmek, ait olmak isteyen bir varlık. Ama yas, tam da bu aidiyet hissini yerinden oynatıyor. Sizce kayıplar karşısında aidiyet duygusu nasıl sarsılıyor?
Biliyor musunuz ben bunu yas süreci için çok önemsiyorum. Kesinlikle aidiyet duygumuz sarsılıyor. Çünkü birini kaybetmek, yalnızca bir kişiyi kaybetmek değil; aynı zamanda kendimizi, ait olduğumuz yerleri, kimliğimizi, hatta zaman zaman hayata olan güvenimizi de kaybetmek demek. İnsan gerçekten de köklenmek isteyen bir varlık. Bağ kurarak var oluyoruz; bir insana, bir mekâna, bir zamana, bir fikre… Ancak yas bu kökleri sarsıyor, bazen yerinden söküyor. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, sadece o kişiyi değil, onunla kurduğumuz hayatı, alışkanlıkları, o hayata dair anlamları da yitiriyoruz. Ben buna “bir sabah hayatımızın sıfır noktasında uyanmak” diyorum. İşte bu, aidiyet duygusunu temelden etkiliyor. Özellikle eş, evlat ya da ebeveyn kaybı gibi kimliğe içkin ilişkilerde bu sarsıntı çok derin oluyor. Çünkü bu tür bağlar sadece biriyle kurduğumuz ilişki değil ki; aynı zamanda “ben kimim?” sorusuna yanıt vermemizi sağlıyor. Örneğin, “ben bir anneyim” ya da “ben onun çocuğuyum” diyebilmek bir kimliktir. Kayıp bu kimliği bozuyor.
Bazen bu aidiyet duygusunun yerini büyük bir yabancılaşma alır. Yas tutan kişi, tanıdığı mekânlarda bile kendini yabancı hisseder. Kalabalıkların içinde yalnızlaşır. Ait olduğu yerler artık ona ait değilmiş gibi gelir. Çünkü o yerleri, o insanın varlığıyla tanıyoruz. Ve o varken bir anlamı vardır. Ama bu kırılma aynı zamanda bir yeniden yapılanma sürecini de başlatabilir. Yeni bir aidiyete ihtiyaç duyarız ister istemez, buna da kendimizle tanışmak diyorum. Bir yerde buna mecburuz zaten; çünkü kayıptan sonra zihnimizde “ben şimdi kimim?” sorusu döner durur. Bu yüzden yas, kaybı olanlar için aidiyetin hem sarsıldığı hem de yeniden tanımlandığı çok kalın bir eşiktir. Yerinden oynamış aidiyetler, bazen derin ve özgün yeni bağların da başlangıcı olabilir. Ama bu, zaman, destek ve kabul gerektirir.
- Aileyle, hasarlı ilişkiler içindeyken yaşanan kayıplar, yas sürecini nasıl etkiler? Çocuklukta açılmış yaraların yasla birleştiği noktada ne olur?
Aslında üzerinde hem düşünmesi, hem de anlatması zor olan bir yastan bahsediyoruz burada. Yalnızca sevilen birini kaybettiğimizde yas tutmuyoruz. Bazen bizi sevmemiş, bizim de sevemediğimiz, hatta çatışmalı olduğumuz biriyle de vedalaşıyoruz. Hasarlı aile ilişkilerinde yaşanan kayıplar, yas sürecini daha karmaşık ve katmanlı hâle getiriyor. Bu ilişkiler, yasın biçimini belirleyen temel bir değişkene dönüşüyor. Kaybettiğimiz kişiyle aramızda tamir edilememiş bir ilişki varsa, yasa pişmanlık, utanç, suçluluk, hatta öfke de eşlik ediyor. “Onunla hiçbir zaman yakın olamamıştım”, “beni hiç anlamadı”, “bana hiç iyi davranmadı ama şimdi yok” gibi anlatılar sıkça karşımıza çıkıyor. Bu cümlelerin içinde hem kırgınlık hem de yasın tanınmamış, ertelenmiş biçimleri var.
Çocuklukta açılmış yaralar, bu tür kayıplarla birlikte görünür hâle geliyor. O kişiyle yaşanamamış her şey canlanıyor; geçmişin gölgeleri harekete geçiyor. Böylece yas, yalnızca bugüne değil, geçmişe de temas eden bir yüzleşmeye dönüşebiliyor. Bu süreçte kişi sık sık “üzgün müyüm, rahatlamış mı hissediyorum, kızgın mıyım, yoksa hiçbir şey mi hissetmiyorum?” gibi sorularla boğuşuyor. Bu duygusal karmaşa, yasın ertelenmesine, donmasına ya da bastırılmasına neden olabiliyor.
Ama bu karmaşa aynı zamanda bir fırsat da yaratabilir. Kişi bu duygulara dürüstçe yaklaşabilirse, sadece kaybın değil, yaşanamamış bir ilişkinin de yasını tutabilir. Ben buna “gölge yası” diyorum. Görünürde bir kişi yitirilmiştir ama gerçekte yas tutulan, yaşanamamış bir bağın, duyulmamış bir çocuğun yasadır. İyi haber şu ki, bu süreç yeterince desteklenirse, kişi kendiyle daha derin ve onarıcı bir temas kurma imkânı da bulabilir.
- Politik yas kavramını sizden öğrendiğimden beri çok düşündürüyor. Günlerdir üzerine okumalar yapıyorum. Sanırım hepimiz geçmeyen bir yas içindeyiz. Politik yasın tam sonuçlarını mı yaşıyoruz? Milletçe bir yasın içinde miyiz?
Önemli bir yas çeşidi politik yas. Bu arada şunu ekleyelim kategorik olarak 30’a yakın yas çeşidine rastlıyoruz literatürde. Bu kavramı ilk ortaya koyan Judith Butler. Özellikle 11 Eylül sonrası yazdığı Precarious Life- Kırılgan Hayat kitabında yasın ve şiddetin gücünü anlatırken, yasın sadece bireysel değil, toplumsal........
© T24
