menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir romanı Türkiye'de hâlâ yasaklı olan Yavuz Ekici: Her duruşmada arkamda edebiyat vardı, savunmam romanımdır!

21 11721
27.04.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

27 Nisan 2025

Yavuz Ekinci ve Ebru D. Dedeoğlu

Yavuz Ekinci’nin Everest Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Aziz, koleksiyonerlik tutkusu üzerinden sanatın, bedenin ve mülkiyetin sınırlarını sorgulayan sarsıcı bir hikâye anlatıyor. Romanın merkezinde, ressam Timur’un üç farklı insanın sırtına işlediği “Cennet, Cehennem ve Araf” temalı dövmeler yer alıyor. Timur, ölümünden iki yıl önce Dante’nin İlahi Komedya eserini yeniden yorumlayarak bu üç parçalı çalışmayı hayata geçirir; tuvale değil, insan bedenine işler. Aziz, aynı zamanda adanmışlık, saplantı, etik sınırlar ve ölümsüzlük arzusu üzerine yazılmış çarpıcı bir roman.

Romanları Almanca, Farsça, Yunanca ve Kürtçeye çevrilen Ekinci, özellikle Almanya’da Verlag Antje Kunstmann tarafından yayımlanan kitaplarıyla geniş bir okur kitlesine ulaştı. Avrupa’da festivallere ve okuma günlerine davet edilen yazar, Türkiye’de ise farklı gerekçelerle yargılanıyor. 2012’de attığı bir tweet nedeniyle bir yıl altı ay hapis cezasına çarptırıldı, dosyası Yargıtay’da. Bir romanı hâlâ yasaklı. Bir diğer davası ise ilk derece mahkemede reddedildi, istinaf süreci sürüyor.

Yavuz Ekinci’yle buluştuk; yeni romanını, çocukluğunu, yaratma cesaretini, inancı, direnci ve yaşadığı haksızlıkları konuştuk.

- Cennetin Kayıp Toprakları’nda anlattığın dünyaya benzer bir ortamda, Batman Mişrita’da büyüdün. O coğrafya, aile yapısı ve gelenekler seni nasıl şekillendirdi?

Cennetin Kayıp Toprakları’ndaki Mişrita gibi bir köyde büyüdüm. Köyümün adı da Miştira’dır. Mişrita bir dağ köyü. Dört tarafı dağlarla çevrili ve gökyüzü adeta bir pencere gibi yukarıdan açılır. Bir yazarı çocukluğu, insanları ve çevresi şekillendirir. Beni köyde yaşadığım deneyimler, gelenekler, tanıdığım insanlar, aile ortamı, anlatılan hikâyeler ve o anlatma büyüsü şekillendirdi. Bugüne kadar yazdığım her metin, aslında o çocukluk dünyasının farklı bir formda anlatılmış birer halidir. Kalemim, hep oraya, çocukluğuma, köyüme ve geçmişe dönüyor.

- Aziz, bugüne kadar yazdıklarından çok farklı bir hat üzerinde ilerliyor. Kurduğu dünya da karakteri de sanki senin yaşadığın hayattan epey uzak. Bu değişimi ne tetikledi? Seni Aziz gibi bir karakterin peşine düşüren şey neydi?

Evet, son romanım Aziz, Peygamber Endişesi ve Belki Dünyanın Sonundayım’dan tematik olarak önceki metinlerimden oldukça farklılar. İlk yazdığım öykülerde iki temel çizgi vardı: Biri doğrudan büyüdüğüm coğrafyayı anlatan hikâyelerdi, diğeri ise herhangi bir ayrıntıdan, küçücük bir cümleden yola çıkarak kurguladığım metinlerdi. Sessizlik Kulesi mesela, sadece bir cümleden doğmuş bir hikâyeyedir. Aziz ise bambaşka bir deneyim. Hem bildiğim bir dünyayı yazdım hem de hiç bilmediğim bir dünyayı. Bildiğim dünya şu: Kendini bir şeye adayan insanlara hep hayran kaldım. Tutkusu olan insanlar beni hep etkilediler. Ailemde koleksiyoncu yok ama kendini bir şeye bütünüyle adayan, tutkulu insanlar çok. Delirme boyutunda kendini adayan insanlarla büyüdüm. Aziz’de de beni çeken şey bu tutkuydu. Bu tutkuyu, bu adanmışlığı anlamak, onu yazmak, karakterin içine girip o sınırları zorlamak ve yaşamak istedim.

- Aziz’in tutkusu gerçeklikten kopmuş gibi görünebilir ama senin anlattıklarından anlıyoruz ki çocukken tutkulu insanlarla büyümüşsün. Kimdi onlar?

Ben, tutkusu olan insanların arasında büyüdüm. Etrafımda her zaman tutkusu büyük insanlar vardı. Tanıdığım en tutkulu insan anne tarafımdan olan Alaettin dedemdi. Keklikleri vardı. Keklikleriyle yaşıyordu. Bence de her onlar için özel bir oda hazırlamıştı. Sabahları ilk işi, onlara yemlerini vermek, sigarasını sarıp ötüşlerini dinlemekti. Hiçbir şarkıyı, türküyü onların ötüşünü dinler gibi dinlemedi. Kekliklerin dışında dünya umurunda değildi. Doğaya aşıktı. Her fırsatta keklikleriyle dağa çıkardı. Dışarıdan bakınca anlamsız gibi gelebilir ama o odanın içinde yaşanan şey, sıradan bir hobi değil, saf bir adanmışlıktı. Ölünceye dek bu adanmışlıkla yaşadı. Bir diğer örnek, dedemin amcasıydı. O da evde şahin beslerdi. O kuşlar onun için sadece birer hayvan değil, bir varoluş biçimiydi. Ailede ve çevrede bu tür tutkulara sahip olmak küçümsenirdi. Özellikle çocukları onların bu adanmışlığını anlamıyordu. Dayılarım ve teyzelerim için dedemin bu tutkusu boş bir uğraştı. Ama o insanlar için bu “boş iş veya boş uğraş” bir yaşam biçimiydi. Babam ise bu çizginin dışında kalan biriydi. O daha mesafeli, belki de tutkusu olmayan bir insandı. Ama ben çocukken bile dedemin bu tutkusunun farkındaydım: Hiçbir şeyi sıradan veya öylesine yapamıyordum. Aşırıcılık ruhumda, kanımda vardı. Bir gün dedem beni çağırdı ve bana bir hikâye anlattı. “Tanrı, bir gün bütün kuşları yanına çağırmış ve onlara birer tüylerini ona getirmelerini söylemiş. Kartal, serçe, papağan… herkes birer tüy koparıp getirip tanrıya vermiş. Sonra yarasa gelmiş; bütün tüylerini yolmuş, hepsini birden Tanrı’ya vermiş.” Dedem sonra bana döndü ve dedi ki: “Sen de yarasa gibisin. Hiçbir şeyi normal yapamıyorsun.” (Gülüyor…)

- Senin de tutkuyla kurduğun şeyler var. Mesela evinin terasını ormana çevirdin. Orada çay içmek tarifsiz bir keyif. Bu bile başlı başına bir yaratım gibi. Hayatındaki seçimlere bu kadar tutkuyla bağlanman tutku mu? Kahramanımız Aziz tutkusunu senden almış olabilir mi?

Kesinlikle bu bir tutku. Ben bir işe başladığımda onu sıradan bir şekilde yapamıyorum. Hayatta neye yönelirsem yöneleyim, hep fazlasıyla kaptırıyorum kendimi. Aşırılık içimde var. O yüzden Aziz’in o uçlara giden tarafı aslında benim tutkulu yanımı yansıtıyor. Aziz’i tutkumdan yarattım. Timur’daki yaratıcı arayış ise, benim yazmaya ve üretmeye duyduğum arzunun bir yansımasıdır. Yani o karakterlerde biraz da kendi iç dünyamı parçalara ayırıp yeniden kuruyorum. Aziz, benim tutkum, Timur ise benim yaratma cesaretimdir.

- Roman’da geçen şu cümle çok güçlü: ‘Dünyaya katlanabilmek için insanın kendini adayabileceği bir işi, bir tutkusu, bir sevdiği olmalı. Her şey insanın kendinden vazgeçip bir şeye adanmasıyla başlar.’ Bu da sensin gibi geldi. Bu ifade Aziz’in hayatında nasıl bir yer tutuyor?

Evet, Aziz benim! Hayat, gerçekten de çoğu zaman çekilmez. Çünkü nehir olup hangi denizlere aksakta sonunda akacağımız deniz ölümdür. Bu hayatın sonunda ölüm ve yokluk var. Yani biz, sonunu baştan bildiğimiz bir macerayı yaşıyoruz. Kaybedeceğimizi bile bile lades diyoruz. Bu soğuk gerçeğe rağmen hayata katlanabilmemizi sağlayan tek şey; kendimizi adadığımız bir iş, bir tutku ya da sevdiğimiz biri. Klaus Schmidt… Almanya'da, Heidelberg Üniversitesi’nde akademik konfor içindeyken kalkıp Urfa’ya geldi. O kavurucu sıcağın altında kazı yaptı. Çünkü orada bir anlam bulmuş. Ya da uzaya giden astronotlar. Şimdi Samantha Harvey’in Yörüngede romanını okuyorum. Astronotları uzayda tutan duygu adanmışlık ve tutkudur.

Kısacası, insan kendini bir şeye adadığında hayat, bütün ağırlığına rağmen taşınabilir, katlanabilir hale geliyor. Ama bir amacın peşinden gitmiyorsan, hayat gerçekten üzerine çöken bir karanlık gibi. Ezici, yorucu, anlamsız…

- Peki sonunu bildiğimiz bu yolculukta kendini en çok neye adadın? Hayata nasıl tutundun?

Benim tutkum, yaratma arzusudur. Yeniden ve yeniden bir hikâye kurmak… Ne zaman bir roman yazsam, sanki yeniden doğmuş gibi kendimi dinç hissediyorum. İçimde bir enerji beliriyor, hayata daha güçlü tutunuyorum. Ama yazamadığım, hiçbir şey üretemediğim zamanlarda o boşluk hâlinde kendimi kopmuş gibi hissediyorum. Eğer bir gün gerçekten hiçbir şey anlatamaz hale gelirsem, işte o zaman yazma arzumun tamamen tükendiğini anlarım. Şu anda inandığım şey edebiyat. Sevdiğim, peşinden gittiğim, arkasında durduğum tek şey. Benim için hayat, bir hikâye anlatma arzusuyla anlamlı. Bugün hâlâ hayattaysam, hâlâ yaşıyorsam, bu yaratma arzusundandır. Eğer bir gün bu tutkum biterse, işte o zaman bu hayatın da bir anlamı kalmaz benim için.

- Timur, eserlerini tuvale değil, insan........

© T24