menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hız çağında anlatı

14 1
16.11.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

16 Kasım 2025

Martin Scorsese belgeselini izlediğimi söylemiş miydim? Beş bölümü bir akşamda izledim. Seviyorum böyle hikâye anlatımıyla ilgili içerikleri; aslında bu bir Scorsese belgeselinden çok sinema anlatısı belgeseliydi. Çok şey vardı bilgi olarak ama birkaç şey aklımda yer etti, hepsini ara ara yazarım muhtemelen. Biri şu; Jaws’ın bu türün başlangıcı olup olmadığını tam hatırlamıyorum ama Scorsese, bu filmi izlemeye gittiğinde daha ilk on beş dakikada bir dönemin bittiğini anladığını söylüyor, bir daha hiçbir şeyin aynı olmayacağını anladığını ekliyor. Hikâye kurmayı bilen adam, anlatı kıvrımlarını görünce tanıyor tabii; ritmin nereden nereye gideceğini, seyirciyi artık neyin yakaladığını sezebiliyor. “Artık benim çekeceğim filmlerin daha zor yapımcı bulacağını biliyordum” diyor. Yani Jaws bir gişe başarısı olduğu kadar, sinemanın temposunu, anlatı beklentilerini ve stüdyoların neye yatırım yapacağını kökten değiştiren bir dönüm noktası. Mesela Evde Tek Başına, Mrs. Doubtfire, Jumanji, The Parent Trap, Bak Şu Konuşana ya da Beethoven gibi filmler de aynı kalıba oturuyordu. Büyük stüdyoların o dönemde ailece izlenebilir güvenli içerik üretme stratejisi, hem Reagan sonrası kültürel iklimle hem de sinemayı televizyona ve kabloya kaptırmama çabasıyla bağlantılıydı. Politik ve ekonomik olarak risk almayan, ev içi birlik duygusunu onaran, şiddeti ve karmaşıklığı sınırlayan anlatılar tercih ediliyordu. Stüdyo sistemi geniş kitleye oynadığı için dramatik derinlik yerine tanınabilir tipler, hızla kurulabilen çatışmalar ve kolay takip edilen senaryo şablonları benimsendi. Ve aslında hepsi aynı formülle çekildi bu filmlerin, aile yapısında küçük bir kriz, çocuğun ya da ana karakterin tek başına kaldığı bir sınanma anı, ardından eğlenceli ama tehlikesiz bir macera ve finalde yeniden sağlanan düzen. Bu formül, hem seyircinin güvenli alan beklentisini karşılıyordu hem de stüdyoların yılda birkaç tane garanti gişe çıkarma politikasına çok uygundu. Bu yüzden Home Alone gibi filmler sinemanın ailece tüketilen bir ritüel olarak yeniden kurulmasında da rol oynadı.

Ama bu çok sürpriz değil; sinemanın her dönemine bakıldığında, koşullar değiştikçe anlatıların da biçim değiştirdiğini görüyoruz. Teknolojinin hızı, stüdyo politikaları, seyircinin alışkanlıkları… Hepsi hangi hikâyelerin ne zaman mümkün, ne zaman namümkün olduğuna karar veriyor zaten. Ve elbette bu her anlatı biçimi için geçerli.

Radyo programında konuğumla konuşurken –ki o bölüm de tam bu yazıyı okuduğunuz pazar günü yayınlanacak– son dönem kitapların ne kadar senaryo yazmaya elverişli biçimde yazıldığından bahsettik. Sanki yazarlar yönetmene direktif verir gibi yazıyor diyordu arkadaşım. Bu soru aklıma takıldı. Bunun altında birçok başlık açılabilir. Burada hepsini açamasam da birkaç tanesini düşünebilirim ve radyo programında konuşmadığımız biçimleri yazmaya gayret edeceğim ki, kendimi de tekrar etmiş olmayayım.

Aslında son yıllarda eleştirmenlerin özellikle işaret ettiği noktalardan biri şu, Sally Rooney’nin kısa cümlelerle, mesajlaşma ritmine yaslanan, diyaloğu parantezsiz ve sade kullanan anlatımı. Bunun okuru hızlandırdığı, zihni görüntülemeye ittiği sık sık yazıldı. Yalnız Rooney değil; Ottessa Moshfegh ve Sheila Heti gibi isimlerde de gündelik iletilerin, mesaj akışının, ekranda beliren küçük düşüncelerin yazıya sızdığı, dijital efemera duygusuyla kurulan bir anlatı görülüyor, yani metne kalıcı olmayan, hızlı tüketilen, parçalı dijital düşünme biçiminin girmesi

Aklıma Murakami’yi getiriyor. Eleştirmenler Murakami’nin Japonca yazdığı metinlerin sade, ritmik ve çeviriye çok açık bir yapıda olduğunu söylüyor. Murakami, kariyerinin başında İngilizceyle kısa bir deneme yaptığını ve bunun Japonca cümlelerini kısaltıp daha doğrudan bir dile yönelttiğini de anlatır. Yani asıl yazı dili Japonca olsa da bu deneyimin yarattığı sadelik, metinlerinin farklı dillere çevrilirken ritmini koruyabilmesini sağlıyor.

Bu bana geçen gün toplantıda, Alman bir hocanın “ne kadar uğraştıysak da ilk çıktığında Twitter’ı kullanmayı başaramadık” deyişini hatırlattı. Aslında Twitter’ın da 140 karakteri İngilizceye göre düzenlenmişti; tek kelimenin........

© T24