menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Édouard Louis bu hafta Moda Sahne’deydi

19 14
22.06.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

22 Haziran 2025

Moda Sahne benim için yalnızca bir kültür mekânı değil; Kadıköy’ün merkezinde, kalabalığın içinde ama ondan ayrışan, düşünceye alan açan ender yerlerden biri. Kişisel olarak da uzun süredir benim için özel bir anlam taşıyor. O sahneye konuşmacı olarak çıktım; ders verdim, beni dinlemeye gelenlerle birlikte düşünmenin yollarını aradım. İlk kez tanıştığımız bir yemekte, üniversitede bir daha derse giremeyeceğimi düşündüğüm bir dönemde, Kemal Aydoğan bana tereddütsüz “sahne senindir" dedi. O sırada beni çok tanımıyordu bile. Masada yaptığımız, sinema, tiyatro ve edebiyat sohbetinin hatırına karşılık bir jestti bu. Bu jest, dışarıda kalmışlık duygusuyla baş etmeye çalıştığım bir anda, güven beyanı olarak yer etti bende. Uzun süre Moda Sahne’de haftalık dersler verdim. Kapıdan her girişimde Bülent’le birkaç dakikalığına sohbet ettik; gülümsemesi her şeyi kolaylaştırırdı. Moda Sahne, bu açıdan bakıldığında yalnızca bir sahne değil. Aynı zamanda alternatif bir öğrenme ve tartışma zemini sunan, pek çok kişi için ifade ve etkileşim imkânı yaratan bir yer. Bir mekânın bunu yapabilmesi için tutarlı bir yaklaşım ve süreklilikle örülmüş bir ilişki ağına ihtiyacı var. Onlar bunu sağladı.

Ve bu hafta o sahneye Edouard Louis'nin geldi.

Pandemiden beri Kemal Aydoğan’ın yönettiği, Onur Ünsal’ın sahneye taşıdığı Babamı Kim Öldürdü, Louis’yi ilk okuduğum kitaba denk düşüyor. Bu oyun bir roman değil sadece. Aynı zamanda yazı diliyle düşünen bir sahne çalışması. Bir anlatı pratiği olarak edebiyatın neye izin verdiğini, kimi konuşturduğunu ve kimi temsil ettiğini sahne üstünde açığa çıkaran, toplumsal şiddeti estetik araçlarla yeniden kuran düşünsel bir yapı.

Louis’nin bu metni güçlü. Oyun iyi. Yönetmenlik iyi. Oyunculuk iyi. Mutlaka okunmalı ve izlenmeli.

Kitap bedenin toplumsal şiddet tarafından nasıl biçimlendirildiğini anlatırken, bunu yalnızca içerikten değil biçimden de kuruyor. Oyun da, yalnızca bir politik anlatı değil; aynı zamanda temsil sorunsalına doğrudan müdahale eden bir yapıt. Hangi hikâyeler anlatılabilir? Kim konuşabilir? Anlatı hakkı kime aittir? Louis bu soruları sorarken, sessizliğe terk edilmiş bir sınıfsal geçmişi dile döküyor.

Ama Louis’nin gerçekten iyi bir yazar olup olmadığına hâlâ karar veremedim o ayrı.

Kendilik anlatılarını, parçalı bellek üzerine kurulu metinleri, oto-etnografik fragmanları yıllardır heyecanla okurum. Ama son zamanlarda şunu sormadan edemiyorum: Edebiyat, yalnızca kendi hayatını anlatabilme cesaretiyle mi tanımlanır hâle geldi?

Édouard Louis’nin yazınında, anlatı yoluyla edilgenliğe karşı bir hâkimiyet kurma arzusu seziyorum. Bu, kuşkusuz politik açıdan etkileyici; fakat aynı zamanda sınıfsal yarayı anlatıya dönüştürerek onu kontrollü bir düzleme yerleştiren bir tavır. Ve bu, bende hem hayranlık hem huzursuzluk yaratıyor. Başka türlüsü nasıl olurdu onu sormayın rica edeceğim, bilmiyorum, sadece bu huzursuzluğu hissediyorum.

Öz-kurmaca bana artık yalnızca anlatı ile kurgu arasındaki sınırı değil, aynı zamanda empati ile temsil arasındaki mesafeyi de düşündürüyor. Sanki artık herkes kendi hayatını yazmak zorundaymış gibi. Sanki başka birinin hikâyesine temas etmek, o hikâyeyi yeniden kurmak, hatta sadece dinlemek bile sakıncalıymış gibi. Bir yandan da edebiyatın sınırları, tek bir kişinin anlatım becerisine indirgenmiş gibi görünüyor. Oysa anlatmak, yalnızca başına geleni tarif etmek değil; başkalarının hikâyelerine yer açabilmek de olmalı. Evet biliyorum bu yazın biçiminde tüme varan bir tavır var. Aslında ben değil biz anlatısı oldukları için değerli yaptıkları işler. Buna ben de inanıyorum ama yavaş yavaş bu konularda sorularım olmaya başladı. Olmasın mı?

Bu tür öz-kurmaca anlatıların ardındaki biçimsel kontrol, şiddeti görünür kılarken onu estetik bir düzleme çekiyor mu? Ve biz bunu okurken yalnızca politik olarak etkileniyor muyuz, yoksa edebi olarak büyüleniyor muyuz? Louis gerçekten “iyi bir yazar” mı, yoksa edebiyatın güncel eğilimleriyle çok uyumlu bir figür mü? Yani kişisel olanı kamusal olana çevirme becerisi, otobiyografik anlatıyı politik iddiaya dönüştürme stratejisiyle öne çıkan bir örnek mi? Her otobiyografi kurmacadır; bunu biliyoruz. Hafıza seçicidir, biçimcidir, hatırlamak zaten bir tür düzenlemedir. Ama öz-kurmaca........

© T24