menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Karabasana karşı Marks’ın mizahı

26 5
yesterday

Kabul etmek zorundayım artık, biz bu harami saltanatını yerin dibine gömmeden, “pazar yazısı” deyince akla gelen, biraz kahve keyfi, biraz oyalanma, biraz oyunbazlık içeren yazıları ağız tadıyla yazmak, nadiren punduna gelmiş kaçamaklar haricinde pek kısmet olmayacak gibi.

Orhan Gökdemir söylemişti değil mi, “ülkenin neşesi”nin çalındığını. Doğru. “Sönük” ülke... Ne acı. Ne acı, Bolu’daki otel yangını üzerine, sokaklara, meydanlara çıkan tek partinin itirazındaki gerçek: Yeter bu ülkeyi öldürdüğünüz! Ne acı. Öldürülen ülke.

Bu satırlar yazılırken, yeni bir Ergenekon sürecinin başladığını düşündüren operasyon vardı haber bültenlerinde. El konulan, soruşturmaya tabi tutulan belediyeler silsilesini ve Ümit Özdağ tutuklamasını, menajer Ayşe Barım’ın Gezi’ye katılma gerekçeli gözaltısı, sonra da şimdilik “Barım bünyesindeki” bazı oyuncuların polis refakatinde ifadeye götürülüşleri izledi. Bolu’da onlarca yurttaşımızın hayatını kaybettiği, sorumlusu için kura çekilen otelde küller soğumadan, siyasal ve kültürel hegemonya hamlelerine böyle tanık olduk.

Bu tür “organizasyon”ların olmazsa olmazı, önce bazı isimler üzerinden “deşifre yemi” takılması gibi, bilindik zokalarla olası itirazların önü alınacak, hınçlılar kadar bazı “kullanışlı”lardan da destek görülecek belli ki. Ergenekon’un, Veli Küçük gibi, askerî erkândan ve “derin devlet”ten birkaç “mosturalık”la vitrine epeyce alık üşüştürmesi, şimdi “ırkçı faşist” Ümit Özdağ ve dizi sektöründeki “oyuncu kartelinin patroniçesi” Ayşe Barım’la yaşanacak muhtemelen. Ve sindirme, iktidarın etki alanı haricine korku salarak susturma operasyonu genişleyen halkalarla sürerken, “ama”lı gevelemelerle hukuk sorgusu gölgelenecek.

Ülkenin neşesini çaldılar evet. Üç kuruşluk kâr için insan hayatını hiçe sayan patronların düzeninde ölüyoruz. Yanıyor, boğuluyor, enkaza, göçüğe gömülüyor, düşüyor, ölüyoruz. Kadın, erkek, çocuk, bebek, patili, bir şiddet, açlık, yoksulluk sarmalında sararmış benzimizle sönüyoruz. Doğamızı bile vandalca yağmalayan eşi görülmedik bir sermaye fütursuzluğunun, patron hukuk tanımazlığının, gerici karanlığının diktasıyla besleniyor bütün kötülükler.

Bunları tekrar tekrar söylemenin, zaten her yaşayanın gördüğü, bildiği panoramayı çizmenin, iç karartma dışı işlevi pek yok.

Bir nokta var ama:

Zaman zaman, bu kuralsız, keyfî, tek adam “hukuku”nun 12 Eylül’de bile görülmediği, idamlar, zındanlar, işkenceler, cinayetler cuntasının bile bunları “kitabına uydurmaya zorlandığı” dile getiriliyor. Generaller bu anlamda alicenap, yasal haklara saygılıymış hiç değilse, ama AKP iktidarında bu da yokmuş gibilerden.

Dün cunta elindeki ülkede, “devlet olma ağırlığı”nın refleks teamüllerine, toplumsal sözleşmeli tarihsel “uzlaşma”nın varlığına, ama bugün bunların yerinde yeller estiğine işaret eden bir tez bu. Ya da gelenin gideni aratması makus döngüsüne davet.

Oysa dün darbecileri “göstermelik de olsa hukuka zorlayan” şey, sonuçla sürecin aynı şeyi tanımladığını varsayan “tarih okumaları”nın aksine, ilk palet dönüşünde yerle bir olmayan dirençti. Bütün yasak ve baskılara rağmen, emekçilerin, sosyalistlerin, fizik zora, ölüme karşı öyle kolay teslim olmamasıydı. Bugün eksikliğini hissettiren en önemli etmen budur.

1983’te “sivil Özal” eliyle temeli atılmıştı günümüzün. Darbenin gerekçesi olan, işçi sınıfının cendereye alındığı koşullarda, ideolojide ve ekonomide estirilen dinci-liberal rüzgârla demokrasiciliğin büyüsüne kapılarak sosyalizm hedefini budayan “sol”, bu budamanın gediğini 1984 sonrası bir de kendisini Kürt ekseni üzerinden kuşatıcı bir kimlikçiliğe oturtmakla kapatmak istediğinde başladı sahneden çekilme süreci. Bunun etraflı analizi çok yapıldı, daha da yapılır, gerekliyse…

Evet, gerekliyse, ama, bugünün gidişatını, ancak........

© soL


Get it on Google Play