menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gaz lambasındaki barış

18 1
sunday

Şiire ilgim, sevgim erken başladı. İlkokulda hemen her etkinliğe bir “şiir”in, eşlik etmesi ezberinden midir, evdeki Varlık Yayınları’ndan mı, “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma”lar, “Seviyorum ama kimi”ler mi… Bilemiyorum.

Lâkin hafızamı zorladığımda karşıma çıkan ilk şiir değişmiyor. Yüz yıl önce yayınlanan “Han Duvarları”… Ezberimdeydi neredeyse. O “yağız atlar” nereden geldi, “meşin kırbaç” ne zaman şakladı, “atlı arabam” ne zaman durakladı, “neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar”… Hatırlamıyorum ama çocuktum.

Şiirin hayalimde canlandığını ise net hatırlıyorum. Belki ilgim oradan. Toros Dağları, kıvrılan yollar, geçitler, uçurumlar, gece… “Atlı araba”yla -kovboy diyarında Posta Arabası tadında- sıkı bir yolculuk, heyecanlı bir macera! Hani Tolstoy’dan mülhem “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir…”

Duvardaki gölge oyunu

Ve “Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı /Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı” elbette… O gaz lambası zaten evin de demirbaşı. Gölge oyunundan öte, odayı yeniden resmeden bir büyüsü var elektrik kesildiğinde. Karanlık tuvalinde emsalsiz bir tablo artık…

Sihrini “Bir Zamanlar Anadolu’da” o güzelim “köy kızı”nın karanlıktaki çay servisiyle de hatırlıyorum. Tepsideki gaz lambasının ışığında odaya ay gibi doğan, herkesi başka yerlere, hayallere götüren, konukları başka bir “şey” yapan ya da aslına döndüren yüzüyle…

Ah o lambanın isli şişesi

Sonraları o sihirli lamba dizelerle de hep uğrayacak hayatıma. Kısıksa ışığı, bir anda açılacak: “Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden, /Silsen bir lambanın isli şişesi gibi /Yumuşak tülbentini geçirerek içinden.”

Dertli çocuklar değildik ama “Maraşlı Şeyh Oğlu Satılmış” da bugün gibi aklımda; “Garibim namıma Kerem diyorlar /Aslı’mı el almış haram diyorlar /Hastayım derdime verem diyorlar /Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”. Uzun süre o dizedeki “haram”ı “harem” diye bildiğimi de hatırlıyorum.

“Aşk ve verem”, dantel mendillere “usulca bir ah” ile kan damlatan “ince hastalık” da Yeşilçam’da hâlâ moda o zamanlar. Okulda omuzdan aşısını yapıyorlar ama âşık olmanı önlemiyor.

İki şairin “madenci feneri”

“İnce hastalık” ya, şairleri, yazarları da vuruyor. Yıllar sonra Kelebeğin Rüyası’nda da seyrediyorum. Zonguldaklı iki şair arkadaş, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu; biri 22, biri 24 yaşında veremden ölüyor. İki şair için verem “madenci hastalığı” da… Zonguldak madenlerinde “mükellefiyet (zorla çalıştırma) dönemi”. Lamba da “madenci feneri, kaprit lambası” olmalı.

Heybeliada Sanatoryumu’nda da buluşuyor iki arkadaşın yolları… Onur’un sevdiceği, eşi Mediha Sessiz’in yolu da uğramış oraya. Sessiz henüz 19 yaşında, Onur’dan 45 gün önce gidiyor. Ortaköy Mezarlığı’nda aynı mezarda yatıyorlar; “küçük bahçe”leri (¹) menekşe kaplı.

Çamlıbel’in “pir” gelişi…

“Han Duvarları”nın şairi Faruk Nafiz Çamlıbel bir süre pek uğramıyor “şiirlerim” arasına. Sonra ortaokulda, 45’lik plak fırtınasında Timur Selçuk’la çıkıyor yine karşıma. Hem de arkalı önlü güftesi Çamlıbel’den: “İnme /Çoban Çeşmesi”. Ve beş yıl sonra yine o şairden, ilk gençliğimizde sözleri, şiirlerin bestecisi Selçuk’un inceden sızısıyla “İnme” etkisini aşan “Sen Nerdesin”:

“Caddeden sokaklara doğru sesler elendi, /Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi. /Bir kömür dumanıyla tütsülendi akşamlar, /(…) Senin için kandiller tutuştu kendisinden, /Resmine sürme çektim kandillerin isinden.” O da gözümde canlanan şiirlerden; ama o şiirdeki resim kimdi, seçemiyorum yüzlerimin arasından… Ama hepsi sürmeli.

Yine yıllar geçiyor, o şiiri, şarkıyı bana bir türkü hatırlatıyor: “Sarı saçlarına deli gönlümü /Bağlamışım, çözülmüyor, Mihriban /(…) Yâr deyince kalem elden düşüyor /Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor /Lambada titreyen alev üşüyor, üşüyor /Aşk kâğıda yazılmıyor, Mihriban /Her nesnenin bir bitimi var ama, var ama /Aşka hudut çizilmiyor, Mihriban”.

O lambayla gelen şiir

Geliyor kandilin, lambanın isiyle sürmeli Mihriban… Keyifli bir dost meclisine Musa Eroğlu’nun bestesi, sazı, sözüyle de uğruyor. Anlatıyor uzun uzun… Şairi “Maraşlı gazi oğlu” Abdurrahim Karakoç da o tek şiiriyle, öyle “sızıyor” hayatıma. Belki biraz da akraba şiiri, türküsüyle; “Unutursun Mihribanım”, “Beni değil, sen seni de unutursun”…

“Sağcı şair”… Şiirin hayatımdaki -oradan oraya- en geniş devriâleminde, uzun gençliğimde bile zor esasında karşıma çıkması. Öyle böyle “şağcı” değil zira. Ülkücü, MHP’li, ardından BBP’li, “Kör dünyanın göbeğine /Hak yol İslâm yazacağız” sloganlarıyla........

© Serbestiyet