İsrail arkeolojisi: Geçmişi kazarak geleceği kurgulama ideolojisi
Kudüs’ün en eski Müslüman mahallesi Silvan’da 1880’lerde bulunan, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza edilen tarihi Silvan Kitâbesi, geçtiğimiz günlerde Binyamin Netanyahu’nun bir konuşmasıyla yeniden gündeme gelmiştir. İsrail tarafından Türkiye’den defalarca ısrarla talep edilen, ancak eserin bulunduğu coğrafyanın Filistin toprakları olduğu gerekçesiyle iadesi her seferinde reddedilen bu kitâbenin yeniden gündeme taşınması, arkeolojinin İsrail siyasetinde üstlendiği ideolojik rolü bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Aslında bu ısrar, İsrail’in söz konusu kitâbeyi tarih veya arkeoloji merakının ya da salt kültürel miras hassasiyetinin ötesinde, Kudüs üzerindeki tarihsel hak iddiasını pekiştiren işlevsel bir araç olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Türk kamuoyunun da bizzat şahit olduğu Silvan Kitâbesi olayı, İsrail’in arkeolojiyi bilimsel bir disiplin olmasının ötesinde, gasp ve işgali meşrulaştıran siyasal bir enstrüman olarak konumlandırdığının en çarpıcı örneklerinden biridir.
Bu bağlamda özellikle Kudüs ve çevresinde yürütülen kazılar, Siyonizm’in “kadim Yahudi başkenti” anlatısını güçlendirmeyi hedeflerken, kentin çok yönlü ve çok kültürlü tarihsel gerçekliklerini görünmez kılmayı, daha doğrusu yok saymayı amaçlamaktadır. Netice itibarıyla Silvan Kitâbesi’nin yeniden gündeme gelmesi, arkeolojinin İsrail tarafından tarafsız bilgi üretiminden ziyade ulusal kimlik inşası, işgal ve egemenlik mücadelesinin bir parçası olarak araçsallaştırıldığını bir kez daha, bu kez doğrudan Türk kamuoyuna göstermiştir.
Arkeoloji, geçmiş toplumların maddi kültüründen hareketle tarihsel bilgi üreten bir bilim dalı olarak 19. yüzyılda kurumsallaşmıştır. Avrupa’da tarih, Amerika’da ise antropoloji ile paralel gelişen arkeoloji, kısa sürede ulus-devletlerin köklü bir geçmişe yaslanma ihtiyacını karşılayan siyasal bir araç haline gelmiştir.
18. ve 19. yüzyıllarda dünya genelinde yaygınlaşan ulusçuluk hareketleri, milletlerin kadim köken arayışlarını da hızlandırmıştır. Avrupa’da Roma mirasını kendi soykütüklerine ekleme çabasının bir yansıması olarak, İngiltere’de British Museum’un (1753) ve Fransa’da Louvre’un (1793) kuruluşu, arkeolojinin meşruiyet üretme işlevinin erken örneklerini teşkil etmektedir.
Bu dönemde Avrupalı arkeologlar yalnızca “meraklı kâşifler” değil, aynı zamanda sömürge düzeninin kültürel temelini sağlamlaştıran faal aktörler olmuştur. Arkeolojik bulguların Batı’nın “evrensel müzeleri”ne taşınması, Batı-harici mirasın Batı lehine yeniden anlamlandırılmasının da aracına dönüşmüştür. Avrupa’daki arkeologlar ve sömürgeci güçler, Asya, Afrika ve Ortadoğu’da buldukları eserleri tarihî ve kültürel bağlamlarından kopararak, kendi müzelerinde sergilemişler ve Batı’nın üstünlüğünü vurgulayan bir çerçeve içinde yeniden sunmuşlardır.
Özetle bu eserler, ait oldukları toplumların kimliğini ve tarihini temsil etmenin ötesinde, Batı’nın sözde “medeniyet kurucu ve medeniyet koruyucu merkezî aktör” olduğu anlatısını güçlendirme aparatı olarak işlev görmüştür.
O dönemde askerî ve ekonomik açıdan zor günler yaşayan İslam dünyasına yönelik arkeolojik ilgi de 19. yüzyılın sonlarından itibaren kutsal metinlerde geçen kent ve yapıları arayan kazılar şeklinde “Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi” adı altında gelişmiştir.
1890’da William Flinders Petrie’nin (1853-1942) arkeolojik kazıları bu alanın başlangıcı kabul edilir. Avrupa’da sömürgecilikle iç içe gelişen arkeoloji, 19. yüzyılın sonlarında Mısır ve Filistin’e taşınmıştır. Bu süreçte “modern arkeolojinin babası” sayılan Petrie, stratigrafi ve seramik temelli kronolojiyle bilime yön vermiş, ancak aynı zamanda arkeolojiyi kutsal metinleri doğrulamanın ve Batı’nın teo-politik hedeflerini meşrulaştırmanın bir aracına dönüştürmüştür.
Petrie’nin 1890’da Tell el-Hesi’de gerçekleştirdiği kazılar, Filistin’de modern arkeolojinin başlangıcı kabul edilir. Bu çalışmalar, bölgenin tarihini bilimsel verilerle değil, sömürgeci ve dinî iddialarla yeniden yazmanın da zeminini hazırlamıştır.
Petrie’nin mirası, sadece akademik yöntemlerin öncülüğünü yapmakla kalmamış, 1948’de kurulacak İsrail’in ulusal anlatılarını ve işgal politikalarını besleyen ideolojik bir zemin de oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı sonrasında artan ilgi, Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’nin altın çağını başlatmıştır. Ancak 1970’lerden itibaren bu adlandırmanın kapsayıcılığı daralttığı tartışılmıştır. Bu nedenle, bölgenin coğrafi ve çok kültürlü gerçekliğini vurgulamak amacıyla ‘Suriye–Filistin Arkeolojisi’ ifadesi önerilmiş, fakat popüler söylemde ‘Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’ terimi kullanılmaya devam etmiştir. Terimdeki bu ısrar aslında arkeolojiden beklenen teo-politik beklentilerin somut bir göstergesidir.
Batı’daki sömürge hedefli teolojik ve teo-politik arka plan, Filistin coğrafyasında erken tarihlerden itibaren etkisini göstermiştir. 1865’te Londra’da kurulan Palestine Exploration Fund (Filistin Keşif Fonu), Kitab-ı Mukaddes’i daha iyi anlamak amacıyla Filistin’in arkeolojisini, coğrafyasını ve jeolojisini sistematik biçimde belgeleme ve haritalama faaliyetine girişmiştir. Ayrıntılı harita ve saha tasvirleri, sonraki on yıllarda hem ilmî bir standart hem de siyasî bir meşruiyet zemini oluşturmuştur.
Bu sürecin devamı olarak 1914’te Jewish Palestine Exploration Society (Yahudi Filistin Keşif Cemiyeti) kurulmuştur. İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra adı Israel Exploration Society olarak değiştirilen cemiyetin hedefi “Yahudi ataların yaşadığı toprakların bilimsel incelemesini” yapmaktı. 1922’de Avşalom’un mezarında, 1925–1927’de Kudüs’ün Üçüncü Duvarı’nda yürütülen kazılar, Kitab-ı Mukaddes’te geçen yer adları ve dönemlere odaklı bir saha gündemini pekiştirmiştir.
İsrail Devleti kurulduktan sonra etkinliklerini daha da geliştiren ve genişleten cemiyet sayesinde arkeoloji, yalnızca bilimsel bir uğraş olmanın ötesinde, yeni devlet için “kadim bağ” ve tarihsel süreklilik kurgusunun bir aparatı olarak veri deposu işlevi de üstlenmiştir.
20. yüzyılda Batı dünyasında Yahudilere yönelik olumsuz imaja rağmen, Filistin’de bir Yahudi vatanı ve devleti projesi destek bulmuştur. Her ne kadar Siyonizm ideolojik olarak seküler ve hatta din karşıtı bir karakter taşısa da Yahudi Kutsal Kitabı’nın ideoloji haline getirilen “seçilmiş millet” ve “vaat edilmiş topraklar” kavramları ile Masada ve Bar Kohba gibi kahramanlık menkıbeleri, İsrail’in ulusal kimlik inşasında yoğun biçimde kullanılmaya başlanmıştır.
Yahudi Siyonistlerin ülkeyi Yahudileştirme çabalarına ek olarak, Hıristiyan Siyonistlerin bölgeye yönelik eskatolojik ilgisi de özellikle Evanjelik çevrelerde arkeolojinin Kitab-ı Mukaddes’i kanıtlayan bir disiplin olarak kullanılmasına zemin hazırlamıştır. Bu tür beklentiler ise arkeolojik buluntuların saptırılarak dolaşıma sokulmasına ve disiplinin bilimsel tarafsızlığının gölgelenmesine yol açmıştır.
Dolayısıyla arkeoloji, bu dönemde bilimsel bir araştırma alanı olmaktan ziyade ulus inşası, dinî meşruiyet üretimi ve siyasî iddiaların güçlendirilmesinde merkezi bir rol üstlenmeye başlamıştır.
Devletin ilanından altı........
© Serbestiyet
