PKK ve Türk solcuları (1) Silâh ve şiddet fetişizmiyle dolu otuz yıl
[3-4 Mart 2025] Bazen derslerimde yan pistlere girerim. Geçenlerde, galiba ilk dönemin sonlarıydı, küçük bir sınıfta “hocam, en sevdiğiniz [Türk] şair kim” diye sordu birileri. Beğenmek ve sevmek farklı olabilir dedim (demeye çalıştım). Beğenmek ve öğrenmek, yararlanmaksa, Nâzım Hikmet tabii. Başka şeyden değil, sadece Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan söz ediyorum. Muazzam bir duvar resmi âdetâ. Meksika müralistleri gibi. Diego Rivera’nın şiir karşılığı. Hayat ve insan anlayışı çok derin. Topluma ve 1900-1940 Türkiye’sinin “kültürel mahremiyet”ine nüfuzu benzersiz. Hem en büyük şairi, hem en büyük romancısı Türk edebiyatının. Ama sevmek derseniz, Cemal Süreya sanırım. Başkadır içtenliği. Sahiciliği. Yer yer korunaksızlığı. Ruhumda taşırım.
“Karangu, acayip, asyalı bir aşk”ın “kısa ve korkunç hükümdarlığı”ndan söz eder Cemal Süreya, Ülke’sinde (1). İlk ağızda, müthiş bir karakterizasyonudur Şarkın aşk anlayışının (en azından şiir, müzik ve edebiyattaki haliyle). Ama zamanla, hayat tecrübeme göre daha geniş anlamlar da kazandı. 60-50-40 yıl öncesini düşünüyorum da, sanırım ancak bu tür mistik, esrarengiz sözcüklerle, karangu, acayip, asyalı bir aşk diye tarif edilebilir, bizlerin, bizim kuşakların 1960’lardan 80’lere devrimle, devrimci şiddetle, silâhlı mücadeleyle yaşadığımız. İnsanı esir alan, dışına çıkılması zor duygu duvarları içine hapseden, alabildiğine irrasyonel bir tutkuydu. Bu fantazmagoriden vazgeçilmesi için berbat yenilgiler, korkunç acılar yetmedi. Alttan alta sürdü. Tortusu onyıllar boyu PKK hayranlığına taşındı.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 çıkışıyla başlayan yeni çözüm arayışı, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’yı silâh bırakma ve kendini feshetmeye çağırmasıyla, varması gereken ama varmayacağından korkulan noktaya ulaştı. Görünen o ki, toplumun çoğunluğu bu gelişmeden yana. Karşıtları, beğenmezleri, illâ kavga diyenleri yok değil. Alper Görmüş, Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘şehâmet’ aşısı bu defa tutacak gibi; şimdi devletin şehâmetini ölçeceğiz (1 Mart) yazısında geçmişin akılsızlıklarını hatırlatırken, ister istemez hâlâ mevcut tuzak ve tehlikelere de dikkat çekmiş oluyor. Gülçin Avşar Yeniden kale duvarını aşabilmek’te (2 Mart) istemezükçü hezeyanları daha etraflı eleştiriyor. Bu meyanda, ulusalcılığın ne yaptığını bilmezliğine parmak basıyor. Ama ulusalcılığın içerdiği solculuk damarına değinmiyor (2). Daha genel olarak, kendilerini sol diye tanımlamayı sürdüren solcuların (parti, grup, mahfil, mecra veya kişilerin) bütün bu olup bitenleri nasıl karşıladığına dair pek bir şey yansımıyor kamuoyuna. Böyle bir tartışma yok gibi. Oysa silâh ve siyaset (ve savaşçı örgütlenme ve barışçı örgütlenme) konusunda PKK’nın geldiği nokta, Türk solunun hayli geniş kesimleri için de (ki daha çok Dev Genç, Dev Yol, Dev Sol ve Aydınlık (Maoculuk) geleneklerinden söz ediyorum), kendilerine ve geçmişlerine nasıl baktıkları bakımından önemli olmalı. Hem tarihçeleri, hem PKK’ya nasıl baktıkları açısından. Kıvırtılamaz, etrafından dolaşılamaz, es geçilemez artık. Zira Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, yıllardır söylemediklerini, kabullenemediklerini yüzlerine vuruyor.
Gerçek şu ki, neredyse elli yıllık bu son Kürt hareketi daha hiç sahneye çıkmadan önce, Türk solunun kendisi tırmandırdı yıllar boyu, devrim ve devrimci şiddet fetişizmini. Çeşitli kaynaklardan türedi bu takıntı. Bir yönüyle, 1960’ların başlarında uçveren gençlik ve sonra diğer kitle hareketleri, hemen derhal bir şiddet sarmalının içine çekilmek istendi. Mazeret ararsak, çok buluruz. Provokasyon tabii olacak. Mesele provokasyona gelmemekte. Evet, karanlık derin devlet eylemleri düzenlendi. Kanlı Pazarlar örgütlendi. Nişan alıp öğrenci vuran ve soruşturulmayan polisleri, giderek bu amaçla örgütlenen Ülkücülerin yükselen tahrik ve saldırıları izledi. Karşılığında, solcu gençlik de militanlaşmaya, silâhlanıp fakültelerde, okullarda, mahallelerde, yollarda, kahvelerde kendini savunmaya, hattâ benzer biçimde karşılık vermeye itildi. Bir düello mantığı doğdu. Siyasî miyopluk aldı yürüdü. Hemen bütün “liderler” (ki alt tarafı 20-25 yaşlarındaydı) bugünden yarına yaşamaya, bu işin sonu ne olur, sokak çatışmacılığı nereye varır, bundan kim yararlanır diye durup düşünmemeye saplandı.
Bu sürüklenişte, gençliğin tecrübesizliğiyle birlikte öksüzlüğü ve kimsesizliği de büyük rol oynadı. Güçlü ve olgun bir demokratik sol yoktu Türkiye’de, ağırlığını barışçı siyasetten yana koyacak. Tersine, hırs, hamlık, bencillik ve ihtiras bölünmeleri kol geziyor; ortada manevî otorite diye bir şey bırakmıyordu. TİP daha yeni kurulmuş ve ancak 1961’de Mehmet Ali Aybar’ı genel başkan seçmiş, 1965’te Millî Bakiye sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkartıp Meclise girebilmişti. Ama bu da bir parlamenter mücadele........
© Serbestiyet
