Nazi Almanyası’nda hukuk
Hukukun siyasetten ve devletten ayrı, bağımsız ve hiçbir koşulda değişmeyen bir alanının olup olmadığı
oldukça eski bir tartışma. Hukuk, bir araç mıdır amaç mı tartışması da bununla oldukça ilişkilidir. Bu
tartışmayı demokratik döneme getirdiğimizde güçler ayrılığının ne kadar ayrı olduğu ya da güçler
arasındaki ilişkinin tam olarak nasıl olması gerektiği gibi yeni bir yüzüyle daha karşılaşırız. Buna, hukukun
adalete ulaşmak gibi bir amaca sahip olup olmadığı, yasaların gerçek anlamda herkes için eşit yapılıp herkes
için eşit uygulanıp uygulanmadığı gibi konuları da ekleyebiliriz.
Bu tartışmaların arkasında yatan temel mesele, yasanın ilk kaynağının kim ya da ne olduğuyla ilgilidir. Bu
nedenle, modern devletlerle birlikte yasanın kaynağı olan belirleyici egemen otorite, halk olmaktan çıkarak
devlet haline geldiği için ondan ayrı, bağımsız bir hukuk alanından söz etmek artık neredeyse mümkün
değildir. Buna karşılık, devlet otoritesinin kaynağının halk olduğunu düşündüğümüzde esas belirleyici
olanın halkın iradesi olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki halk iradesinin yasaya dönüşebilmesi için devlet gibi
bir güce ve onun yaptırım organlarına ihtiyaç vardır, dolayısıyla devletten bağımsız bir yasadan ve hukuktan
söz etmek bir kez daha pek kolay değildir. Her türlü yasa devletten -bu en büyük dünyevi toplumsal
otoriteden- geçerek hukuklaşır. Belki tam da bu nedenle, güçler ayrılığına ihtiyaç vardır.
Güçler ayrılığı, devletten bağımsız bir hukuk alanı düşünülemediği için bir tedbir olarak, halk iradesinin
hukuk yapıcılığını güvence altına almak için öngörülmüş bir yönetme biçimidir. Bu bize, yasanın
kaynağının devletle birlikte halk olduğunu akıldan çıkarmamak gerektiğini söyler. Bu ikisi arasında hassas
bir denge vardır. Bu denge, birinin lehine ya da aleyhine bozulduğunda bundan ilk etkilenen alan, hukuktur.
Modern devlet, bu nedenle -asimetrik bir güç ilişkisi yaratmamak için- kendisini geriye çekmiştir; güvenlik
ve diğer zor gücüyle ilişkili konularda olabildiğince gölgede, arka planda durarak daha yumuşak, hukukla
uyumlu bir işleyişe bürünmüştür.
Modern devlet kurumları, fonda sürekli çalmakta olan bir müzik gibi belli belirsiz biçimde farkında
olduğumuz, kendini fark ettirmeden bize güven ve huzur veren ama esas olanın -sivil toplumsal hayatın-
önüne geçmeyen bir işleyişe sahiptir. Hemen her zaman caddelerde meydanlarda kendini fazla gösteren
devlet, hukukun alanından yer. Özellikle güvenlik güçlerinin görkemli ve güçlü varlığının özellikle
gösterilme çabası ve ihtiyacı, toplumdaki adalet eksikliğine delalet eder ve hukukun gölgede kalarak
önemsizleşmesine neden olur. Caydırıcılık ve önleyicilik adı altında fazladan yapılanlar, yasanın halk
iradesi kaynağının zayıflayıp devletin kaynak olarak baskın hale gelmesiyle, hassas dengenin devlet lehine
bozulmasıyla yakından ilişkilidir.
Aslına bakılırsa, zaman içerisinde hukuk da evrimleşmiştir. Başlangıçta yasalar örf adet ve geleneklerin
resmileşmiş haliyken zamanla birer buyruğa ve devlet emrine ve giderek bugünlere gelindiğinde haklara
dönüşmüştür. Yani, modern dönemde hukuk demek herkesin herkese karşı haklarını içeren, devlet
otoritesiyle desteklenen ancak bütünüyle ondan türetilmeyen, evrensel ilkelere göre işlemesi beklenen ve
dönemlere ya da iktidarlara göre değişmeyen bir adalet alanı olarak güçlü bir zemin kazanmıştır.
Bütün bunlarla birlikte gayet iyi biliyoruz ki en yerleşik ileri demokrasilerde dahi iktidarların değişmesiyle
hukukun adaletle ve haklarla olan bağı büyük ölçüde zedelenebilmekte, keyfilik kolaylıkla belirleyici bir
yer bulabilmektedir. Peki ama, bu nasıl bu kadar kolay olabilmektedir? Ya da bu tür durumlarda karşı
koyacak bir güç söz konusu değil midir? Bu süreç nasıl işlemektedir? Halka rağmen bir........
© Serbestiyet
