menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Abdullah Öcalan’ın son elli yılı (1): Ulus devletten “radikal demokrasi”ye

15 7
12.10.2025

Kürt ulusal hareketinin son 40 yılı, içinde zaferleri, ateşkesleri ve geri çekilmeleri barındıran inişli çıkışlı karmaşık bir süreç olarak gelişti. Gelinen noktada zoraki asimilasyonu geriye döndürülemez şekilde tersine çevirmesi ve davasını on yıllar boyu Türkiye ve dünya gündeminde tutmayı başarması hakkı verilmesi gereken kazanımlarıdır. Abdullah Öcalan’ın ABD marifetiyle yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinden ve 2015 yılında AKP iktidarının çözüm sürecine son verdikten sonraki on yıl boyunca adım adım mağlubiyete doğru geriletilmesi ise kaybıdır. Bunun bedeli, temelleri son çeyrek yüzyılda atılan paradigmatik değişimin muhtevasıdır. 20. yüzyıl devrimleri modelinden vazgeçen bir hareketin kazanımlarının bir günde geri alınabilir olacağını tahmin etmek kehanetten sayılmamalıdır.

PKK’nın feshi ve çağrının taşıdığı anlam egemen medyanın “Terörsüz Türkiye” veya “Barış süreci” söyleminin gölgesinde kaybolup gitmiştir. Buna aldanıp eleştirilerini silahlı mücadelenin terki üzerinde yoğunlaştıran bazı sosyalistler, kendilerinin yapmadığını PKK’den istemek gibi bir çelişkiye düşmüşlerdir. Oysa PKK’nın feshi silahlı mücadeleye son vermesiyle değil, her şeyden önce öncü parti-devrim-siyasi iktidar üçlüsünü otoriter diktatörlüğe götüren yol olarak suçlayıp terk etmesiyle bağlantılıdır. Öcalan “Ben bu yükten kurtuldum. 52 yıllık yükten kurtuldum” (2 Mayıs 2025 ) derken, bütün başarısını ona borçlu olduğu “İşçi Partisi” (Partiya Karkerên) kamburundan kurtulduğunu ima ediyordu. Zira geleneksel devrimci solun öncülük ve proletarya hegemonyası anlayışını iptal ederek, Kemalizm’in “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” aldatmacasından mülhem bölgesel kapitalistleri, aşiret reislerini, kent ve kır zenginlerini, her renkten milliyetçi Kürt akımlarını içine alacak Kürt versiyonunun yolunu açmak istediği besbellidir. Sınıf yerine cemaat, halk yerine toplum, ulus devlet yerine belediyeler topluluğu şablonları buna uygundur.

Bu nedenle, tartışmayı silahların terki üzerinden yürütmek, Öcalan’ın “çağrı”sında ve Manifesto’da çerçevesi çizilen yeni yönelimi göz ardı eder. Oysa asıl mesele 1993, 1999, 2000’li yıllardaki “çözüm süreci” duraklarından geçtikten sonra 2025’te bunların hepsini geride bırakıp yeni paradigmaya geçiş yapan Kürt ulusal hareketine nasıl bir teori ve politikanın kumanda edeceğinin deşifre edilmesinde düğümlenmektedir.

İdeolojik, siyasi, askeri ve örgütsel geri çekilmenin belgesi, Öcalan’ın PKK’nin kapanış kongresine yaptığı çağrıda, Serxwebun’da yayınlanan Perspektif yazısında ve Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu başlıklı metinde kazılıdır. Hiçbir zaman gerçek Marksist-Leninist olmasa da, zamanın solu gibi bu iddiayla yola çıkan Öcalan’ın, “sorumluluğu alıyorum” deyip, suçu, Gorbaçov’dan Marx’a kadar geriye uzattığı “reel sosyalizm”in üzerine atması akla ziyandır. Leninizm’in ulusal ve sosyal soruna çözüm teorisini ve sosyalizmden komünizme geçiş pratiğini kökten reddetmek yolunu şaşırmaktan başka bir şey değildir. Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği deneyimi, ulusal ve sosyal sorunun çözümünde insanlığın kat ettiği en büyük tarihsel ilerlemeyi temsil eder. Komünist çözüm ezilen uluslara sadece kültürel olarak değil, siyasal olarak da kendi kaderini tayin hakkı tanır. Marksist çözümde ayrı devlet kurmak ya da federatif birlik ezilen ulusun iradesini yansıtan en meşru biçimlerdir. Öcalan’ın sistem içinde devinecek yeni projesindeyse, egemen devlet kıpırdayamayacak şekilde köşeye kıstırılmadıkça bunların hiçbirine yol vermez. “Diyalog” ve “müzakere” yoluyla elde edebilecek her kazanımın güvencesi siyasi iktidarların iki dudağının arasında olacaktır. 12 Eylül 1980’de neler olduğunu bilenler bunu anlar.

Devrimci hareketler yenilgi veya patinaj hallerinde ileriye doğru da, geriye doğru da gidebilirler. Devrimler ve karşıdevrimler tarihinde her ikisinin de sayısız örneği vardır. 1970’lerde 68 dalgasının tükenişi, işçi hareketinin durgunlaşması, Latin Amerika gerilla gruplarının art arda darbe yemeleri, bürokratik yozlaşma içindeki revizyonist devletlerin krizi (vb.) büyük gerileme döneminin ön habercisiydi. Bu, sol akademik dünyada E. M. Wood’un Sınıftan Kaçış kitabıyla tepki verdiği yenilgici post-yapısalcılığın ve liberter sosyalizmin doğup büyümesine zemin hazırladı. Ancak kaçışlar asıl “refah devleti”ni tasfiye eden neoliberal projenin yükselişinin ardından, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve “reel sosyalizm”in çöküşüyle zirvesine ulaştı. Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” (1991) kitabıyla liberalizmin zaferini ilan etmesi ve Samuel Huntington’un bundan sonra tükenen sınıf mücadelelerinin yerini, “medeniyetler savaşı”nın alacağını öne sürmesi süreci daha da hızlandırmıştır.

Dünya komünist hareketinin tarihindeki en büyük kırılmanın teori ve pratiğe yansımaması eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Sanki dünya şartları........

© sendika.org