menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Strateji üzerine Selim Açan’la polemik

6 0
wednesday

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.

Devrimcilerin ortak platformlarını ve fikir tartışmalarını çok değerli buluyor ve ciddiye alıyoruz. Benzeri ortak tartışmalar daha önce Sendika.Org ve başka sitelerde de yapıldı. Bu tartışma ise daha önemli, zira çok can alıcı bir sorun olan strateji üzerine. Bu güncel ve can alıcı tartışmayı açan Sendika.Org’dan dostlarımızı tebrik ediyoruz.

Kim ne kadar farkında bilemiyoruz ama kapitalizme ve faşizme karşı mücadelede çok kritik bir momentteyiz; “Bıçak kemiğe dayanmış durumda”. Afaki bir tartışma yapmıyoruz, dünyada ve daha önemli olarak bölgemiz ve Türkiye’de kanlı ve yıkıcı bir saldırı halinde olan emperyalist kapitalizme ve faşizme karşı mücadele sorunlarını tartışıyoruz. Ve bu mücadelenin en can alıcı yanı olan strateji sorununu ele alıyoruz.

Perry Anderson, 20. yüzyılın son çeyreğinde Batı Marksizmi üzerine yaptığı değerlendirmede[1] devrim bilincinin gerilemesinde esas sorunun teori ya da siyaset değil “stratejinin sefaleti” olduğunu belirtiyordu. Devrimci politik mücadelede strateji sorununun önemini vurgulayan Anderson, dünya çapında Marksist ve devrimci hareketlerin krizini “stratejisizlik” olarak eleştiriyordu. Ayrıca strateji yokluğunun güncelliğe hapsolma, ideolojik ve teorik sorunları felsefi ve psikolojik kavramalarla açıklama yanlışını geliştirdiğini anlatıyordu.

Strateji bilinci, devrim isteğiyle yakından ilgilidir; stratejisizlik devrime uzaklıktır. Tam da bu yüzden stratejisi olmayan bir hareket, dilde devrim dese bile devrime uzaktır. Strateji sorununun yokluğu, daha baştan bütün yapıp ettiklerimizi boşa düşürür. Benzer şekilde, geçmiş bir dönemin stratejisini model alma çabası da aynı sonuca yol açar. Ve ayrıca stratejinin yokluğu, teoriyle veya politik keskinlikle doldurulamaz. Strateji; teori ile politikanın, andaki nesnellik üzerinden bir araya getirilmesiyle, her tarihsel dönemde yeniden kurulur. Türkiye devrimci hareketinde stratejisizlik veya tarihsel deneylerin kopyası kalıp stratejiler, uzun yıllardır doldurulamayan bir boşluk yaratmıştır.

Strateji tartışmasından ne anlıyoruz? Strateji tartışması her zaman; devrim, iktidar, öncülük, örgüt ve mücadele sorunlarını içinde taşır veya bu sorunlarla bir bütünlük arz eder. Bu sorunların tümüne yönelik somut politika ve ilkeleri belirler; geçmiş devrim deneylerinin birikimleri üzerinden, bugünün nesnelliğinin gerektirdiği diyalektik ilişkiyi kurar ve bu stratejiyi hayata geçirecek örgütü belirler. Bugüne kadarki tüm devrimler, savaşlar ortamında, kendisi de bir savaş gücü olarak ve şiddet yöntemleri kullanarak iktidar olmuştur; başka bir deney ve tarih yok.

Bu öneminden dolayı tartışmaya; Ana halka: Sarayı yıkacak anti-faşist cephe yazısıyla katıldım. Konunun öneminden veya bu önemli sorunu tüm boyutlarıyla anlatabilme güçlüğünden dolayı, bahsettiğim yazıyı, okuyucuyu bıktıracak uzunlukta hazırladım. Daha sonra, bu uzunluktan ötürü yazdıklarımın neredeyse yarısını çıkarmak zorunda kaldım. Bu da yazıda kısmi kopukluklara veya anlam kaymalarına yol açtı. Bu eksiklikleri tamamlamak ve kendi bilincim yettiğince tartışmayı daha ileri düzeye taşımak amacıyla, iki temel sorunu; dünya devrim tarihinde stratejilerin gelişimini, daha sonrasında yaşanan değişimi ve Marksizm’de sınıf, özne ve öncülük sorunlarını başarabildiğim oranda özet olarak açmaya çalışacağım.

Aynı sitede, yazıma dair Selim Açan arkadaşımız eleştiri yazdı, bilmediğim başka eleştiriler de olabilir. Görüşlerime dönük eleştirilerden rahatsız olacak dönemi, yıllar önce geride bıraktım. Öte yandan, Selim arkadaşımın eleştirilerine iki bakımdan itiraz ediyorum: Birincisi, kullandığı üslup, devrimci kültüre ait değil ve devrimciler arası bir tartışma dilini de yansıtmıyor. Karikatür tarzı fıkralarla küçümseyici, daha ileri gidip “şakül kayması” tarzı hakaretamiz eleştiriler yerine; devrimcilere ait ideolojik ve politik dili kullanmasını tercih ederdim. Yapacak bir şey yok, insan bazen umduğunu bulamayabiliyor. Ancak ben, Selim yoldaşımıza aynı üslupla cevap vermeyecek, tartışmayı magazinel bir boyuta taşımayacağım.

Selim arkadaşımızın eleştirilerine yönelik ikinci itirazım ise, Şakülümüz kaymaya görsün başlıklı yazısı, kolektif tartışma konusundan çok, ana ekseniyle benim görüşlerimin eleştirisini içeriyor. Bu eleştirilerini, kolektif tartışma platformunda değil, kendi yayınında yapabilirdi. Benim açımdan sıkıntı; çok taraflı bir platformu, kişisel bir tartışmayla meşgul etme kaygısından kaynaklanıyor. Bu açıdan tartışmayı, mümkün olduğu kadar karşılıklı polemik tarzından çıkarıp, gerçek bir tehdit olan faşizme karşı mücadele odağında derinleştirmeye çalışacağım. Aynı zamanda, arkadaşımızın tüm eleştiri konularını kişiselleştirmeden, siyasal ve ideolojik bir eksene çekmeye gayret edeceğim.

Selim arkadaşım ilk yazısında şunları söylüyor: “TDH’nin bugünkü temel problemi bu kanımca. Pratiğe yön veren stratejik bir vizyon yok ortada. Olduğu kadarıyla teoriyle pratik apayrı kanallardan akıyor. Elde avuçta kalanı korumayı esas alıp göreli ilerlemelerle yetinen iddiasızlığı bir türlü aşamıyoruz. Politika taktiğe indirgenmiş durumda; taktikler de çoğu kez ‘tepki göstermek’le sınırlı…İşin kötüsü, güç ve olanak yetersizliği nedeniyle yapamamaktan farklı olarak bu ‘etkisiz eleman’ konumu fiilen kabullenilmiş durumda.” Bu söylenenlere kimsenin çok itirazı olmaz; ama burada “stratejik vizyon yokluğu’ sözü dışında strateji adına bir görüş yok. Daha sonra “‘kendinden hoşnutluk’ rehavetinden kurtulmayı” ve “devrimci bir silkiniş”i öneriyor; “gerisi kolay gelir” diyor.

“Gerisi” kapsamında, strateji adına şu başlıklar altında önemli gördüğü önerilerini sıralıyor: “Somut adımlardan stratejik atılıma”, “Sınıfın ve kitlelerin yaşamına değen dönemsel bir program”, “Bağlayıcı disiplin temelinde pratiği esas alan güç birlikleri”, “Belirlenmiş kritik sektörler, sanayi havzaları, ve emekçi semtlerinde planlı-sistematik faaliyet”, “Taban örgütlenmeleri temelinde kitle inisiyatifini geliştirmeyi esas almak”, “Kadın, gençlik ve ekoloji dinamiklerini özgünlükleriyle içeren bir bütünlük”, “Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle devrimci sınıf hareketinin stratejik bağını kurmak”.

Bu başlıklar altında da birkaç yerde sözcük olarak strateji, stratejik atılım, stratejik alan vb. dışında strateji üzerine herhangi bir görüş yok. Burada söylenen tüm görüşleri hemen herkes yıllardır bıktırasıya tekrar ediyor, Selim arkadaşımız da bu duruma sitem ediyor, dert yanıp veryansın ediyor: “…Herkes halimizin hal olmadığının farkında gibi görünüyor ama herkes kendisiyle barışık. Bu nasıl olabiliyor? diye haykırmak istedim.” Devrimci güçlerin ortak mücadele alanlarında, kapitalizme ve faşizme karşı birliğinin sağlanması, dertlenmek ve kahretmekle, rica minnetle veya isteklerle, yıllardır yapılan karşılıklı çağrılarla gerçekleşmez/gerçekleşmiyor.

Çünkü tartıştığımız sorun, kişisel ve grupsal istek veya temenniler alanına dahil değildir. Toplumsal ve siyasal tüm mücadele güçlerinin faşizme karşı birlikte mücadelesi, çok büyük bir siyasal meseledir. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasına yayılan tüm toplumsal kesimlerin ve siyasal güçlerin, parça parça ve birbirinden kopuk mücadelelerini kapsayan ve güven veren gerçek bir politik hedef etrafında; ancak, gerçekçi bir iktidar hedefi etrafında birleştirilebilir.

Türkiye ve Kürdistan coğrafyasına yayılan tüm toplumsal kesimlerin ve siyasal güçlerin, parça parça ve birbirinden kopuk yürüttükleri mücadeleler; ancak kapsayıcı ve güven veren gerçek bir politik hedef etrafında, gerçekçi bir iktidar hedefi etrafında birleştirilebilir. O da ancak Saray faşizmini yıkmak olabilir. Ancak Selim arkadaşımızı Saray’ın yıkılması kesmiyor; o, sosyalist devrim istiyor.

Selim Açan, faşizmi yıkmak için yazdıklarımı eleştiren yazısı boyunca, biteviye şu küçültücü terimleri kullanıyor: “Varsa yoksa her şeyiyle olgunlaşıp kıvama gelmiş bir öfke edebiyatı ve ona dayanarak dövüşelim, vuruşalım, savaşalım çağrısı…‘halkla bütünleşip vuralım-kıralım’ keskin -üstelik içi boş- bir anti-faşist retorik sosuna bulanmış… ‘salt askeri bakış açısı’ … uzun lafın kısası savaşmak, dövüşmek, vurmak, kırmak ‘kuyrukçuluk’ halkçı radikalizmi hortlatmak… Marksist literatürde ve dünya devrimler tarihinde ‘salt askeri bakış açısı’ olarak tanımlanıp defalarca eleştirilmiş içi boş bir keskinlik kısacası.” Dostumun yukarıda belirttiğim küçümseyici dili, yalnız kişiliğime dönük değil; aynı zamanda, devrimciliği “sol maceracılık” olarak gören ve küçültücü “vurdu- kırdıcılık” gibi deyimlerle kararlı militan devrimciliği aşağılayan bir liberal solcu dili. Bu yazılanlar, bir zamanlar birlikte oldukları ve çok eleştirdikleri Halkın Kurtuluşu’nun, kendi geçmişlerini “maceracılık” ve “sol sapma” olarak eleştirmesini hatırlatıyor. Bu, devrimci militan değerleri küçümseyen dili, aynı zamanda içinde olduğu hareketin özeleştirisi olarak mı anlayalım? İnsanın liberal sol dil hakim olmaya görsün diyesi geliyor.

Selim arkadaşımız, ‘bismillah’ diyerek teşhisini koyuyor: “Mehmet Güneş’in sendika.org sitesinde yayınlanan yazısının başlığı bile içeriğinin sınırlılığı hakkında fikir veriyor.. Saray’da cisimleşmekle birlikte sınıfsal ve sistemsel temellerinden koparılarak salt “Saray’ı yıkmaya” (yani ‘Tayyip’in gitmesine’) indirgenmiş bir anti-faşizm… belirsiz bir ‘örgüt sorunu ve ‘salt askeri bakış açısı…” şeklinde eleştirilerini sıralıyor. Saray’a karşı mücadeleden söz ediliyor, kapitalizm atlanıyor diyor. Dönem taktiği tartışıldığı için kapitalizmi yıkma ve devrim programı ayrıntılı açıklanmıyor ama kapitalizmin atlandığı iddiası, okuduğunu anlama eksikliği ya da açık bir çarpıtmayla ilgilidir. Yazımda geçen şu tespit bile faşizme karşı mücadelenin, kapitalizmi yıkacak devrim perspektifinden ayrı ele alınmadığının açık kanıtıdır: “Bizzat bu anti-faşist iktidar mücadelesi, bizi politik bir devrime, tam anlamıyla sistemin tümünü alt eden, devleti parçalayan politik bir devrime de ulaştırabilir güç dengelerine göre daha geri aşamada da sonuçlanabilir. Komünistler her koşulda kendi devrim stratejisi ve programından taviz vermeden kararlılıkla mücadelesini sürdürür.”

Selim arkadaşımız ayrıca hiç adil(!) davranmıyor. Benim kapitalizmi hedeflemediğimi iddia ederken, strateji tartışmasında kendi yazdığı iki yazıda da, tek bir söz olarak dahi kapitalizmi yıkmaktan bahsetmiyor. Üstelik, kendi yazdıkları ve önerileri için “Bu çerçeve her birimizin programı ve stratejik hedefleri yanında kuşkusuz çok dar ve sınırlı bir çerçevedir” diyerek, bu sınırlılığı zaten kabul ediyor.

Selim arkadaşım adil(!) olmadığı gibi, ayrımcı(!) da; düpedüz çifte standart kullanıyor. 23 Eylül 2025 tarihli ikinci yazısında şunları yazıyor: Ali Ergin Demirhan’ın yazısı sonraki kimi yazılara da referans oldu… Saray’ı ele geçirme” şeklinde dile getirdiği iktidar bilinci ve iddiasıyla hareket etme düzlemine sıçrama zorunluluğumuzun altını çizmesiydi… Bunu kendi adıma yenilgi yıllarında edindiğimiz tarihsel ufuk kaybı ve alışkanlıklardan ‘kopuş’… içerdiği sıçramalı gelişme olanaklarını da görerek bedelleri göze alan bir ‘taarruz’ stratejisine çağrı şeklinde yorumluyorum.” Bunları yazan kendisi değilmiş veya bunları unutmuş gibi, Mehmet Güneş’in dönem stratejisi olarak “Sarayı yıkacak cephe” önerisine veryansın ediyor. Selim arkadaşımıza soralım; 23 Eylül’de, “iktidar bilinci ve iddiasıyla hareket etme… tarihsel ufuk kaybı ve alışkanlıklardan ‘kopuş’… ‘taarruz’ stratejisine çağrı…” olan Saray’ı ele geçirme hedefi, 7 Kasım’da (yani sadece bir buçuk ay sonra) nasıl Tayyip’i yıkmakla sınırlı bir ufuksuzluk oluyor?

Günümüz partisinin, bugün süren keskin sınıf savaşları içinden doğacağını söylediğim için, beni Leninist parti ve devrim anlayışını reddetmekle ve bordadan atmakla itham ediyor. Bu yanlış bir çıkarsama, daha öteye kötü bir yöntem. Selim arkadaşımız ya okuduğunu anlamıyor ya da bilerek söyleneni çarpıtıyor. Yazılan tam olarak şöyle: “Bugün de bu mücadeledeki en büyük ve vazgeçilmez silahımız, komünist partidir; ama 100 yıl öncesinin değil, bir model veya kurmaca değil, bugünün dehşete dönmüş çelişkileri içinden doğacak savaşan bir komünist partidir.” Kendisi, altını çizdiği görüşlere katılmayabilir ve bunun Leninist parti ve devrim anlayışına ters olduğunu savunabilir; 100 yıl önceki aynı parti zorunludur diyebilir; açık yazar ve tartışırız. Ancak, sözlerimi çarpıtarak, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren partiyi “yüz yıl öncesinin kurmaca modeli” olarak gördüğümü ve “bordadan atmayı” önerdiğimi söyleyemez.

Ekim Devrimi de dahil başarılı hiçbir devrimi veya partiyi “kurmaca model” olarak nitelendirmiyorum. Tersine, burjuvaziyi yıkıp iktidarı alan tüm başarılı devrimleri, devrimci mirasımızın bir parçası olarak sahipleniyor ve savunuyorum. Ben, sınıf ve parti öncülüğünü teorideki ve tarihsel pratikteki herhangi bir başarılı modele, şemaya, somut biçim ve işleyişe indirgeyip kalıplaştırmayı eleştiriyorum. “Kurmaca model” dediğim şey, bugün bu çelişkiler cehennemi dünyada herhangi bir ülkede, yüz yıl önceki parti ve mücadele tarzıyla yürümeyi düşünmektir. Birisi çıkar yüz yıl önceki parti ve mücadele deneyleri aynen bugün de geçerlidir diyebilir ve bu dürüst bir tartışma olur; Selim Açan’ın yaptığı ise bir çarpıtmadır.

Yüzyıl önceki öncü parti modelinin derece derece bugün de geçerli olduğunu savunanlar olduğunu biliyorum. Bundan dolayı günümüzde öncü parti sorunu konusunda bazı tespitler yapmak istiyorum. Sosyalizm için mücadele, strateji ve devrim, salt fikri düzeylerde oluşturulan bir kurgu değil; içinde yaşadığımız dünyada hareket halindeki sınıflar mücadelesinin somut çözümlenmesine dayanan bir mücadele stratejisidir. Devrimci öznenin inşası, yalnızca geçmişteki başarılı devrim deneyleriyle anlaşılabilecek bir mesele değildir. Devrim süreci, aynı zamanda devrimci özneyi durmaksızın inşa etme sürecidir. Devrimcilik, olmakta olan her olay ve durum karşısında bir tavır geliştirebilmektir. Her gelişmede bir fiili durum yaratma bilinci ve hazırlığına sahip olmayan bir yapı kendisini devrimci bir özne olarak inşa edemez. Ekim Devrimi’ni tartışılmaz bir yere koyanlar, onu olmuş bitmiş bir olay olarak yüz yıl öncede donduruyorlar. Oysa bugün, Leninist parti modelinin evrensel yönlerini barındıran, ama asla yüz yıl öncenin Bolşevik Partisi olmayan bir komünist partinin öncülüğünde, insanlığın yeni Ekimler yaratmaya ihtiyacı var. Bütün dünya halklarının kaderi birbirine bağlanmıştır; dünya halkları artık savaştan hiçbir biçimde kaçamaz; savaşlara ancak devrimlerle direnebilir.

Sadece Selim arkadaşıma ait olmayan bu Leninist parti anlayışı, üzerinden atlayamayacağımız bir sorundur. Konuyu başka bir yazıda açmak üzere, kısaca şunları söylüyorum: Lenin’in partisi bir gecede, olmuş bitmiş bir parti olarak doğmadı. Her aşamada ve her toplumsal alt üst oluş dönemlerinin ateş çemberi içinde, kendini dönüştürdüğü; hatta yeniden ve yeniden kurduğu süreçlerden geçerek ‘Leninist’ oldu. Devrim mücadelesi veren özneler, her dönem içinde bulunulan nesnellik üzerinden inşa edilir ve bu nesnellik içinde yaşam kazanır. Ancak her ikisi ayrı alanlar değildir; her nesnellik, özneyi oluşturacak dinamikleri kendi içinde taşır. Devrim yapmaya soyunan hiçbir özne, içinde oluştuğu nesnelliğin taşıdığı dinamiklerin, güncel eğilimlerinin sürekli hareket ve değişim içinde olduğunu görmezden gelerek, çözüm stratejisi ve taktiklerini bir anda doğru olarak oluşturamaz. Bu, ancak mücadelenin seyri içinde tamamlanan bir süreçtir. Aynı şekilde, tamamlanmış bu doğrular, bir kere oluşturulduktan sonra ilanihaye derin dondurucuda bekletilmez. Her aşamada ve her beklenmedik alt üst oluşta tekrar tekrar güncellenmek, yenilenmek hatta değiştirilmek zorundadır. Bu gerçekliğin üstünden atlayan her eğilim, taşlaşmaktan kurtulamaz. TDH’de birçok eğilim, güncel gerçeklere körleşerek, bugünü yüz yıl öncede donduruyor. Her kim ilkeler üzerine aşırı yüklenirse, kendini siyasetsizleştirir ve sosyalist ilkelerin hakem heyeti rolüne düşürür.

Türkiye’de son yıllarda, “devrimci özne” ve “meslekten siyasetçi” ayrımı ortadan kalktı. Bunlar, yaşam karşısında iki farklı duruşu temsil eder; her ikisinin devrimci inşa tarzı ve anlayışı da farklıdır. Hayat, devrimci özneyi beklediği ve hazır olduğu gelişmelerle değil, tam aksine beklenmedik sürprizlerle sınar. İşte tam da bu koşullarda devrimci özne ve meslekten siyasetçi ayrışır. Meslekten siyasetçi, bildiği ve beklediği sınırlara çekilir. Devrimci özne ise, daima beklenmedik sürprizleri karşılayacak bilinç ve donanıma; yeni mücadele deneyimlerini yaşamın sürprizlerine karşı geliştirme maharetine sahip olandır. Devrimci özneye varış, diyalektik bir süreç geliştirebilmek; inşanın gerektirdiği güçleri hayatın ve olayların içinden bulup çıkarmak ve onu bu gücün bilincine vardırmaktır. Devrimci özne; durmadan hareket halinde olan, olaylar içinde meydana gelen ve aynı zamanda olayları meydana getiren; yani dünyayı bilinçli bir eyleme alanı olarak algılayan ve ilişkilenen bireylerin, özneye varma becerisidir. Selim arkadaşımız, hiçbir örgütün, bırakalım ayaklanmış kitlelere öncülük etmeyi, en sıradan protesto eylemlerini bile yapamadığını söylüyor. Sonra, örgütsüz olup da bu tartışmaya dahil olanlara yüklenip veryansın ediyor; Lenin’in partisi dururken kitleler içinde savaşarak partileşme önerisini kuyrukçuluk olarak eleştiriyor. Yüz yıl önceki parti ne güne duruyor; günümüzün öncü örgütü de aynı olacak, diyor.

Selim arkadaşımız, “M. Güneş cidden öğrenmek istiyorsa, tarihsel pratiğimizin ve Program başta olmak temel metinlerimizin yanı sıra” diyerek, 1994-2004-2007 yıllarında yayımlanmış yazılarına bakmamı öneriyor. Olur, söz konusu yazılara bakmaktan kaçınmam, ancak bahsettiği yazıların tarihler hayli eski; üzerlerinden sırasıyla 31, 21 ve 18 yıl geçmiş.[2] Öte yandan Selim arkadaşım, yazısının girişinde asıl problemi, Türkiye devrimci hareketinin politika yapma tarzında buluyor ve şöyle diyor: “Bugünü çözümlemeye ve ona müdahalenin yol ve yöntemlerini belirlemeye çalışırken yarın’dan gün’e gelmek yerine dün’den hareketle kalmayıp dün’de edindiğimiz düşünme tarzı, refleks ve alışkanlıklarla politika yapmaktan hâlâ kurtulabilmiş değiliz. Halbuki ne dünya -bırakalım öncesini- bundan 10-15 yıl öncesinin dünyası ne Türkiye o Türkiye.” Burada durmuyor, “… hâlâ dün’ün........

© sendika.org