Hep sizde mi olacak, biraz da bize faşizm (1): ABD’de demokrasi, diktatörlük ve faşizmin üçlü dansı
“ABD’nin siyasetinin kalbinde, Bayanlar ve Baylar, demokrasiyi komünizmden kurtarmak iddiasındayken, faşizmi kullanarak kapitalizmi kurtarmak yatar.”
Michael Parenti, siyaset bilimci
ABD’ye faşizmin gelmesi sadece zaman meselesiydi. Kimin nasıl getireceği önemli değil. Ama gelmek zorundaydı diyebiliriz. Ancak bunu sadece Trump’a bağlamak, sanki Trump’ın kişiliğiyle bağlantılı, geçici bir sakatlık, burjuva demokrasisinin bir öksürük, hıçkırık anı olarak almak, geçici bir maraz, Trump gidince her şeyin tekrar güllük gülistanlığa döneceğini sanmak saflık ötesi bir zavallılık gerektirir.
Trump faşizmin sadece bugünkü görünen yüzü, hatta, belki harcanacak zavallı bir oyuncağı, ustasının atölyede olmadığı bir gün sihirli değnekle işleri kotarmaya çalışıp her şeyin elinde patladığı acemi bir çırak olabilir. Ancak o işleri olgunlaştırıp, faşizmin bütün altyapısını hazırlayıp, olgunlaştırıp, sadece uygulamaya konulacağı zamanı arayanlar idaredeki iki sistem partisi, iki kapitalist, iki emperyalist partisi ve bu iki partinin birbiriyle yarış halinde servislerinde oldukları oligarklar tam tamına “faydalı bir budalalarını” Trump’ın kişiliğinde bulmuş gibiler.
Almanya’daki, İtalya’daki klasik faşizmler de ne Hitler’in ne de Mussolini’nin kişiliği ile ilgili değildi. Kriz üzerine kriz yaşayan kapitalizmin kendini kurtarma operasyonu olarak faşizme gereksinimi vardı. Özellikle Almanya’da Hitler de nasıl başta “faydalı bir şaklaban” gibi alaya alındıysa da durumun ve ortamın uygunluğu ve sistemin krize çözüm olarak faşizmi seçmesi sonucu o küçümsenen ressam, Sovyetler Birliği onu durdurmasa, neredeyse dünyayı mahvetmeye kadar götürecekti. Önemli olan neden belirli bir zamanda burjuvazinin faşizmi çözüm olarak seçmiş olması ve o seçimi gerektirecek hangi koşulların olgunlaştığıdır.
İşte o an artık gelmiş, Sovyetler Birliği’nin yok olmasıyla zafer sarhoşluğu yaşayan ABD dünyanın tek hâkimi olarak elini kolunu sallayarak dünyanın 800’den fazla noktasına askeri üslerini yerleştirmiş, darbeler, suikastlar, yaptırımlarla ülkelerin emekçilerini dize getirmeye çalışmış ve bugüne gelmişti. Ama, içeride ve dışarıda kapitalizmin ve emperyalizmin sorunları ve bir türlü baş edemediği bir Çin yükselişi alışık olmadığı bir rekabeti tehdit haline getirmiş, içeride de giderek açlık bile yaşayan, sağlık hizmetleri olmayan, yarını belirsiz, işsiz, ırkçılıktan nasibini alan, güvencesiz yığınların tehditleri de gözden kaçmayacak seviyelere gelmişti. Geleceklerini güvenceye almak zorunluluğunu gören hâkim sınıflar artık faşizme geçişin zamanı geldiğini anlayarak bir geçiş dönemine girmiş bulunuyorlar.
Bugün ABD’de de Trump karşıtlarının alaycı bir şekilde Trump’ı sadece “eğitimsiz, görgüsüz, para düşkünü, sığ, tutarsız, rafine olmamış, hırsız, ırz düşmanı, kadın düşmanı, ırkçı, milliyetçi, azınlık düşmanı, elitçi, dar kafalı” biri olarak görmelerindeki hata bu söylenenlerin yanlış olduğu değil, ama eksik olduğudur. Faşizm eğitimli, liyakatli, elit birine gerek duymak zorunda mı?
Trump King-Kong gibi New York gökdelenlerinde ülkeyi idare etmeye yelteniyor.
Amerika’daki “burjuva demokrasisi” ile faşizm arasındaki sınırlar hep grinin bilmem kaç tonları arasında gidip gelmiştir. Tabii ki, bir sınıf, bir burjuva diktatörlüğünde de bunun böyle olması kaçınılmazdır. Burjuva demokrasisini yücelte yücelte anlatanlara sorulan “Sen hiç yerli Kızılderililerle, kölelerin aileleriyle, ya da siyahilerle konuşmadın galiba?” sorusu konuyu özetleyebilir.
Amerikan tarihçi, sosyolog ve Harvard Üniversitesi’nden ilk doktora alan siyahi düşünür ve siyah özgürlük hareketlerinin ideoloğu W.E.B Du Bois (1863 – 1963) Varşova Getto Ayaklanması sonrası Nazilerin yerle bir ettiği gettodaki durumu görmek için 1949’da ziyarete gittiğinde gördüğü vahşet karşısında gözlerine inanamamış ve daha önceki Batı kültür ve değerlerini yücelttiği görüşlerini değiştirmek zorunda kalmıştı:
II. Dünya Savaşı ve Holokost, Du Bois’nın genel olarak Avrupa kültürüne ve özellikle de Alman geleneklerine olan eski hayranlığını yeniden düşünmesine neden oldu. Antisemitizmin ve beyaz ırkçılığının kökenlerinin farklı olduğuna dair eski inancını terk etti ve her ikisini de günah keçisi ilan etme ve saldırganlık biçimleri olarak anlayan yeni bir “önyargıya ilişkin üniter teoriye” doğru yöneldi. Du Bois’a göre Holokost, “İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa’da altı milyon insana ne olduğunu yıllar geçene kadar anlayamayacağımız kadar büyük ve acımasız bir katliamdı.[1]
Bu düşünce içinde, W.E.B. Du Bois, Alman faşizminin insanlık suçlarının emperyalizmin ve geleneksel ırkçılığın sadece normal, beklenen, sıradan bir sonraki adımı olduğunu belirtiyor, faşizm ile batı kültürünün arasındaki mesafeyi azaltıyordu:
Avrupa’daki Hıristiyan medeniyetinin, Üstün Irk adına dünyanın her yerinde renkli insanlara karşı uzun zamandır uyguladığı her şey Nazi toplama kampları vahşetinde de vardı.[2]
Daha sonraları, Birleşik Devletler tam da dünyaya kendini “özgürlüğün vatanı, sosyalist tahakküme karşı umut” olarak lanse ettiği günlerde bile bir McCarthy döneminden geçiyordu. 1940’ların sonu ve 1950’lere kadar uzanan bu dönemde normal yaşamak isteyen herkes komünist düşmanı olduğunu ispat ve ilan etmeliydi. Özellikle yazarlar, çizerler, üniversiteler, sinema sanatçıları sıra sıra mahkeme ve sorgulamalara çekiliyor, cezalandırılıyorlardı. Faşizm, burjuva demokrasisi ve burjuva diktatörlüğü arasındaki bu üçlü dans yine o grinin yüzlerce tonu arasında döne döne dolaşıyordu. O yıllarda çıkan ve bu faşizme karşı mücadeleye çağıran sosyalist muhalefet durumu, “McCathycilik, faşizmin Amerikan şeklidir” diye niteliyordu:
Bu yeni, yerli faşizm Cumhuriyetçi Parti içinde koşar ayak büyüyor. Demokrat Parti’nin içindeki reaksiyonerlerden de büyük........
© sendika.org
![](https://cgsyufnvda.cloudimg.io/https://qoshe.com/img/icon/go.png)