menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Vera Zasuliç – General Trepov’a suikast davası, 1878

12 0
19.08.2025

Vera Zasuliç Rus devrim tarihinin en önemli figürlerinden biridir.

1903 Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi 2. Kongre sürecinde ve öncesinde, partinin siyasal organı Iskra (Kıvılcım) gazetesi içerisinde Lenin, Plehanov, Martov, Axelrod ve Potresov’le birlikte onu görürüz. 2. Kongre’den sonra ortaya çıkan bölünmede, Bolşeviklerle yoluna ayırmış ise de Rus devrimin en saygı duyulan isimleri arasındadır. Bu ayrılıkta Menşeviklerle birlikte hareket etmiş ve Menşeviklerle olan birliği ölümüne kadar sürmüştür. Hatta 1917’de Şubat devriminde kurulan geçici hükümeti de sonuna kadar desteklemiştir.

Zasuliç burjuva demokratik devrim tamamlanmadan, kapitalist üretim ilişkileri tümden hakim duruma gelmeden sosyalizmin inşa edilemeyeceğini ileri süren Menşeviklerin genel tezini savunuyordu. Bu politikaya uygun olarak Ekim devrimini burjuva-demokratik devrimin normal siyasi gelişimini sekteye uğratan karşı-devrimci bir darbe olarak görmüştür. Hatta daha da abartılı bir biçimde, Sovyet iktidar sistemini Çarlık rejiminin bir yansıması derken, 1919 yılında yani iç savaşın kötü koşulları içerisinde sağlığı bozulup, hayatını kaybettiği ana kadar Bolşevik hükümetin tüm politikalarına karşı durmaya devam etmiştir.

Bolşevik devrimini son derece ağır sözlerle eleştirmesine rağmen, ölünceye kadar, hatta öldükten sonra da saygınlığını Bolşevikler ve Lenin nezdinde hiçbir zaman yitirmediğini de bir not olarak kaydetmek gerekir.

Vera Zasuliç

Bunun temel nedeni de, Zasuliç’in devrimci geçmişidir.

Bu geçmişini süsleyen ise Rus halkçı hareketi olarak isimlendirilen Narodnik’lerin Çarlık rejimine ve onun temsilcisine karşı ilk silahlı eylemi gerçekleştirmiş olmasıdır.

Silahlı eylem Çarlığın en önemli askeri bürokratlarından biri olan Saint Petersburg Valisi General Treapov’a yöneliktir.

24 Ocak 1878 tarihinde Petersburg’da caddenin ortasında korumaları ile geçen Treapov’un yakınana kadar gelir. Elinde olan toplu tabancayla Treapov’un göğsüne doğru ateş eder. Ve onun ağır derecede yaralanmasına neden olur.

Zasuliç onun öncesinde Dostyoveski’nin Ecinniler romanında konusu olan Sergey Neçayev’in kurduğu “Halkın İntikamı” isimli örgütün üyesi olmaktan 1869 tarihinde tutuklanmış, 2 yıl kadar cezaevinde kaldıktan sonra Ukrayna’ya zorunlu sürgüne gönderilmiştir. Yani siyasi bir hükümlüdür.

1877 yazında, “Golos” gazetesi, 6 Aralık 1876’da St. Petersburg’daki Kazan Katedrali Meydanı’nda düzenlenen bir gençlik gösterisine katıldığı için cezaevine atılan Narodnik üniversite öğrencisi Bogolyubov’un kırbaçlanmasıyla ilgili bir haber yayımlanır.

General Trepov

Kırbaçlamanın gerekçesi askeri vali Trepov’un cezaevi ziyareti sırasında mahpusları teftiş ederken, Bogolyubov’un başındaki şapkayı çıkartmamasıdır. Trepov, Bogolyubov’un kırbaçlanmasını emreder. Emri, kendisi cezaevinden ayrılır ayrılmaz diğer mahpusların göreceği şekilde cezaevi avlusunda yerine getirilmiştir.

O dönemde bedensel ceza 1863’ten beri yasaktır ve bu utanç verici infaz, mahpuslar arasında büyük bir isyana yol açmış ve basında geniş yer bulmuştur.

Vera Zasuliç 24 Ocak 1878’de Trepov’ı kurşunlarken, Bogolyubov’un kırbaçlanmasına tepki ve misilleme olarak eylemi gerçekleştirdiğini savunur.

Zasuliç davasının soruşturması Şubat 1978’in sonunda tamamlanır. 31 Mart 1878 günü ise celse açılır. İddianamede bir siyasal dava olarak tanımlanmadığı için dava jüri sistemi içerisinde görülecektir.

Zasuliç’in avukatı ise eski savcı Peter Akimoviç Aleksandrov’dur.

31 Mart 1878’de saat 11.00’de, St. Petersburg Bölge Mahkemesi, A. F. Koni başkanlığında ve hakimler V. A. Serbinovich ve O. G. Den’in katılımıyla başlar. Yüklenen ceza, eylem tam teşebbüs aşamasında kaldığı için 15-20 yıl arasında ağır işlerde çalışma cezasıdır. Jüride dokuz kamu görevlisi, bir soylu, bir tüccar ve bir serbest sanatçı yer almaktadır. Jürinin başkanı ise mahkeme danışmanı A. I. Lokhov’dur.

Duruşma başlar.

Zasuliç’e suçunu kabul edip etmediği sorulduğunda sakin bir şekilde “General Trepov’u vurduğumu kabul ediyorum ve bunun yaralanmaya veya ölüme yol açıp açmayacağı benim için önemli değildi” diye cevap verir.

Tanıklar ve doktor bilirkişiler dinlenir.

Avukat Aleksandrov’un yaptığı savunma gerçekten çok etkileyicidir.

Özellikle savunmanın siyasal suçlarla ilgili bölümü ceza hukuku açısından manifesto gibidir.

Aleksandrov, “Devlet suçlarının ahlaki yönü dikkat çekicidir. Devlet suçu, genellikle erken bir reform öğretisi ya da zamanı gelmemiş bir vaazdan ibarettir. Dün, bugün ya da yarın devlet suçu olarak görülen bir şey, saygın bir yurttaşlık cesareti gösterisine dönüşebilir. Bu nedenle, bir devlet suçlusunun ağır cezasına rağmen, onu toplumun hor görülen bir üyesi olarak görmeye izin verilmez; suç eyleminin kapsamı dışında kalan yüce, dürüst ve nazik özelliklere karşı sempati bastırılmaz” der.

Aleksandrov’un savunması avukatlık tarihi açısından büyük önem taşır. Hukuk ve adalet arasındaki ilişkiyi tanımlarken, “… Basından, kamuoyundan, adaletten bir ses bekledi, ama hiçbir şey duymadı. Ve aniden, bir şimşek gibi bir düşünce zihninde çaktı: ‘Bogolyubov için her şey sustu, bir çığlık atmam gerek, göğsümde bu çığlığı atacak güç var!’ O anda karar kesinleşti. Artık yalnızca infazın zamanı ve yöntemi tartışılabilirdi; 24 Ocak’ta mesele geri dönülmez bir şekilde karara bağlanmıştı. Ancak özünde, bu niyet soğukkanlı bir tefekkür değildi. Karar, yüce bir doğayı ele geçiren ani bir düşüncenin sonucuydu. Zasuliç’in niyeti, tartışılmayan, eleştirilmeyen, kölece itaat edilen bir düşünceydi” dedi.

St. Petersburg Bölge Mahkemesi başkanı A. F. Koni jüriye karar vermeden önceki yaptığı konuşma da çok ilginçtir. Bu konuşma adeta beraatin önünü açmıştır.

A. F. Koni Jurinin son kararını not olarak alır. Karar “suçsuz” olarak çıkmıştır. Bu yargılama yaklaşık 150 yıl önce gerçekleşmiştir. Ceza hukuku açısından, özellikle siyasi ceza hukuku açısından son derece öğreticidir.

Yazıya duruşmadaki sistematiğe uygun olarak önce Aleksandrov’un savunmasından başlıyorum. A. F. Koni’nin Jüriye dava konuşması ise onu takip ediyor.

Zasuliç’in avukatı P.A. Alexandrov’un savunması

P. A. Alexandrov

Sayın jüri üyeleri!

Savcı yardımcısının asil ve ölçülü konuşmasını dinledim ve söylediklerinin çoğuna tamamen katılıyorum; yalnızca birkaç noktada farklı düşünüyoruz.

Ancak, savcının konuşması işimi kolaylaştırmadı. Bu davanın zorluğu, ne olguların karmaşıklığında ne de detaylarında yatıyor.

Dava koşulları o kadar basit ki, kendimizi yalnızca 24 Ocak olayıyla sınırlarsak, akıl yürütmeye neredeyse gerek kalmaz.

Keyfi bir cinayetin suç olduğunu kim inkâr edebilir? Sanığın iddia ettiği gibi, keyfi bir misilleme için el kaldırmanın yanlış olduğunu kim reddedebilir?

Bunlar tartışılmaz gerçeklerdir. Ancak gerçek şu ki, 24 Ocak olayı, 13 Temmuz’da gözaltı merkezinde gerçekleşen olaydan ayrı düşünülemez. Bu iki olay o kadar iç içe geçmiştir ki, Vera Zasuliç General Trepov’un hayatına kastetme girişiminin anlamı belirsiz olsa bile, bu girişimin 13 Temmuz olaylarıyla bağlantılı saikleriyle açıklığa kavuşabilir. Bu karşılaştırma, kendi içinde zor değildir; çoğu zaman yalnızca suç değil, suçu motive eden olgular da incelenir. Ancak bu davada bu bağlantı bir ölçüde karmaşıktır ve açıklanması güçtür.

General Trepov’un emrinin resmi bir emir olduğu şüphesizdir.

Ancak şu anda bir memuru yargılamıyoruz. General Trepov burada sanık olarak değil, bir tanık ve suçtan zarar görmüş bir kişi olarak bulunuyor. Ayrıca, nezaket anlayışımız, suçtan zarar görmüş bir kişi olarak General Trepov’a karşı bir çekingenlik duygusu uyandırır.

Bu nedenle, bir memurun eylemlerini, sanık olarak yargılanıyormuş gibi tartışamayacağımı çok iyi biliyorum. Ancak savunmanın bu davada içinde bulunduğu zor durumdan çıkmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum.

Her resmi görevli, her emir veren kişi bana ikiyüzlü bir Janus gibi görünüyor, bir yüzü yasaya, yetkililere ve mahkemeye dönük, onlar tarafından aydınlatılıp tartışılıyor; bu tartışma eksiksiz, ağırbaşlı ve gerçektir. Diğer yüzü ise tapınağın girişinde, dağın eteğinde duran biz sıradan ölümlülere dönüktür.

Biz bu yüzü görürüz ve bu yüz her zaman aynı şekilde aydınlatılmaz. Bazen ona yalnızca basit bir fenerle, bir mumla ya da loş bir lambayla yaklaşırız. Bu, bize çok şeyi karanlıkta bırakır ve bizi, yetkililerin ya da mahkemenin aynı eylemler hakkındaki resmi görüşleriyle uyuşmayan yargılara götürür.

Ancak biz, bir memura karşı belli duygular beslememize, onu kınamamıza veya övmemize, onu sevmemize veya ona karşı kayıtsız kalmamıza, yargılanıp hesap vermemiz gereken eylemlerimizin gerekçesi olarak emirler bulmamıza, sevinmemize yol açan, belki de bazen hatalı olan bu kavramlar içinde yaşıyoruz.

Bu nedenle, memurun eylemlerinin hukuk açısından doğru mu yanlış mı olduğunu değil, bizim bu eylemlere nasıl baktığımızı akılda tutmak önemlidir.

Memurun eylemleri hakkındaki hukuki yargılar değil, bizim bu konudaki görüşlerimiz, sorumluluğumuzun derecesini belirleyen koşullar olarak kabul edilmelidir.

Bu görüşler yanlış olsa bile, memurun yargılanması için değil, bizi yönlendiren kavramlarla birlikte ele alındığında, eylemlerimizin değerlendirilmesi için önemlidir.

Eylemlerimizin nedenlerini tam olarak anlamak için, bu nedenlerin kavramlarımıza nasıl yansıdığını bilmemiz gerekir.

Bu nedenle, 13 Temmuz olayına ilişkin yargımda, yetkilinin eylemleri tartışılmayacak; yalnızca bu olayın Vera Zasuliç’in zihninde ve inançlarında nasıl yansıdığı açıklanacaktır.

Bu sınırlar içinde kalarak, bir yetkilinin eylemlerinin yargıcı olmayacağımı düşünüyorum. Bu sınırlar içinde, yasal ifade özgürlüğünün bana tanınacağını ve ilk bakışta konuyla doğrudan ilgili görünmeyen durumlar üzerinde ayrıntılı durursam hoşgörüyle karşılanacağımı umuyorum.

V. Zasuliç’in kendi isteğiyle savunucusu olarak, kendisiyle yaptığım görüşmelerde bana ilettiği birçok şeyi dinledim. Bu nedenle, istemeden de olsa onun görüşlerini tam olarak yansıtamama ya da davası açısından önemli olabilecek bir şeyi gözden kaçırma korkusu taşıyorum.

Şimdi doğrudan 13 Temmuz olayına geçebilirim, ancak önce bu olayla 24 Ocak arasındaki bağlantıyı belirleyen zemini incelemeliyim.

Bu bağlantı, V. Zasuliç’in tüm geçmişinde, yaşam öyküsünde yatıyor. Bu yaşamı incelemek oldukça öğreticidir; yalnızca bu davanın faydaları için değil, V. Zasuliç’in suçluluğunun derecesini belirlemek için de değil, aynı zamanda ülkemizde sıklıkla suç ve suçlu üreten zemini anlamak için de faydalıdır.

Size V. Zasuliç hakkında bazı biyografik bilgiler zaten verildi; bunlar kısa ve ben yalnızca birkaç noktaya değineceğim.

Zasuliç’in on yedi yaşında, Moskova’daki yatılı okullardan birinde eğitimini tamamladıktan sonra, ev öğretmeni unvanı için sınavı üstün başarıyla geçerek annesinin evine döndüğünü hatırlarsınız.

Yaşlı annesi Petersburg’da yaşıyordu. Kısa bir süre içinde, on yedi yaşındaki Zasuliç, Neçayev ve kız kardeşiyle tanışma fırsatı buldu. Onlarla, okuma yazma öğretiminin sağlam yöntemlerini öğrenmek için gittiği bir öğretmen okulunda tamamen tesadüfen tanışmıştı.

Neçayev’in kim olduğunu ya da planlarının ne olduğunu bilmiyordu; o dönemde Rusya’da kimse onu tanımıyordu.

Neçayev, siyasi bir yanı olmayan öğrenci ayaklanmalarında rol oynayan sıradan bir öğrenci olarak görülüyordu.

Neçayev’in isteği üzerine, V. Zasuliç ona oldukça sıradan bir hizmette bulunmayı kabul etti. Ondan birkaç kez mektup aldı ve içeriğini bilmeden bu mektupları doğru adrese teslim etti.

Daha sonra Neçayev’in bir devlet suçlusu olduğu ortaya çıktı ve onunla tamamen tesadüfi ilişkisi, Neçayev davasında devlet suçundan şüpheli olarak yargılanmasına yol açtı.

Zasuliç’in hikâyesinden hatırlayacağınız gibi, bu şüphe ona iki yıl hapis cezasına mal oldu: bir yıl Litvanya Kalesi’nde, bir yıl da Peter ve Paul Kalesi’nde geçti.

Bunlar, gençliğinin 18 ve 19. yıllarıydı. Gençlik yılları, haklı olarak bir insanın hayatındaki en güzel yıllar olarak kabul edilir; bu yılların anıları ve izlenimleri ömür boyu kalır.

Yeni doğmuş bir çocuk, olgun bir insan olmaya hazırlanır. Hayat, karanlık gölgeler olmadan, berrak ve baştan çıkarıcı bir yüz gibi görünür.

Genç bir erkek için bu, yükseköğrenim zamanıdır; ilk güçlü sempatiler, yoldaşça bağlar, mezun olduğu okula duyulan sevgi bu dönemde oluşur. Bir kız için ise gençlik yılları, çiçek açma ve tam gelişme zamanıdır; çocukluktan çıkmış, henüz eş ve anne olma sorumluluklarından uzak, tüm kalbiyle neşeli umutlar, unutulmaz sevinçler ve dostluklarla dolu bir dönemdir.

Bu yıllar, daha sonra olgun bir anne ya da yaşlı bir büyükannenin anılarında dönmek isteyeceği değerli ve geçici bir zamanı temsil eder.

Zasuliç’in bu en güzel yıllarını nasıl geçirdiğini hayal etmek kolaydır: Litvanya Kalesi’nin surları ve Peter ve Paul Kalesi’nin siperleri arasında pembe hayaller kurarak! Hapishane duvarlarının ötesindeki her şeyden tamamen kopmuştu. İki yıl boyunca ne annesini ne akrabalarını ne de tanıdıklarını gördü.

Hapishane yetkililerinden yalnızca ara sıra, “Tanrı’ya şükür, herkes sağlıklı” haberi geliyordu. İş yok, ders yok; bazen sadece hapishane sansürünü geçen bir kitap.

Odada birkaç adım atma imkânı ve pencereden hiçbir şey görmenin tamamen imkânsız olması.

Havasızlık, seyrek yürüyüşler, kötü uyku, yetersiz beslenme. Tek insan görüntüsü, akşam yemeğini getiren gardiyan ve ara sıra kapı penceresinden içeri bakan nöbetçiydi.

Kilitlerin açılıp kapanma sesleri, nöbetçilerin silahlarının takırtıları, muhafızların ölçülü adımları ve Peter &Paul Tükürüğü saatinin hüzünlü çınlaması… Dostluk, sevgi ve insani iletişim yerine, yalnızca sağda ve solda, duvarların ardında aynı talihsiz yoldaşların, aynı kaderin kurbanlarının olduğu bilinci vardı.

Bu sempati dolu yıllarda, Zasuliç’in ruhunda yalnızca bir sempati doğdu ve sonsuza dek yerleşti: Kendisi gibi siyasi suç şüphelisi olarak sefil bir hayat sürdüren herkese karşı özverili bir sevgi.

Siyasi tutuklu, kim olursa olsun, onun yakın dostu, gençlik yoldaşı, eğitim arkadaşı oldu.

Hapishane, onun için bu dostluğu ve yoldaşlığı güçlendiren bir “alma mater”di.

İki yıl sonunda, Zasuliç’i yargılamak için hiçbir sebep bulamadan serbest bırakıldı.

Ona “Git” dediler; “Artık günah işleme” bile demediler, çünkü hiçbir günahı yoktu. İki yıl boyunca yalnızca iki kez sorguya çağrılmış, bir süre tamamen unutulduğunu düşünmüştü.

“Git.” Peki, nereye? Neyse ki gidecek bir yeri vardı; Petersburg’da onu memnuniyetle karşılayacak yaşlı bir annesi vardı. Anne ve kızı buluşmaktan büyük mutluluk duydu; sanki iki zor yıl hafızalardan silinmişti.

Zasuliç hâlâ gençti; henüz yirmi bir yaşındaydı. Annesi onu teselli ederek, “İyileşeceksin Verochka, şimdi her şey geçti, her şey yoluna girecek” dedi. Gerçekten de acılar dinecek, gençlik akıp gidecek ve hapis yıllarının izleri silinecek gibiydi.

İlkbahardı; hapishane hayatından sonra yeryüzü cennet gibi görünüyordu. On günlük pembe rüyalar geçti.

Aniden bir çağrı geldi. Acaba gecikmiş bir dost mu?

Hayır, ne dost ne de düşman; yerel gardiyandı.

Zasuliç’e, geçici bir hapishaneye gönderilmesinin emredildiğini söyledi. “Hapishane mi? Bu bir yanlış anlaşılma olmalı. Neçayev davasıyla ilgim yok, yargılanmadım, davam Yargıtay ve Yönetim Senatosu tarafından kapatıldı.”

Gardiyan, “Bilemiyorum, lütfen gelin, sizi almam için emir aldım” dedi.

Annesi, kızını bırakmak zorunda kaldı. Ona ince bir elbise ve bir sabahlık verdi: “Yarın seni ziyaret edeceğiz, savcıya gideceğiz, bu bariz bir yanlış anlaşılma, mesele çözülecek ve serbest kalacaksın.”

Beş gün geçti. V. Zasuliç, yakında serbest kalacağına inanarak bir geçiş hapishanesinde bekledi. Yargı makamları hiçbir suçlama bulamadan davasını kapatmışken, yirmili yaşlarındaki bir genç kız, annesiyle birlikte yaşarken, iki yıl hapis yattıktan sonra sürgüne mi gönderilecekti?

Geçiş hapishanesinde annesi ve kız kardeşi onu ziyaret etti; şeker ve kitap getirdiler. Kimse sürgün edilebileceğini düşünmüyordu, kimse buna hazırlanmamıştı. Gözaltının beşinci gününde, “Şimdi Kresttsy şehrine gönderiliyorsun” dediler.

“Nasıl gönderiliyorum? Yolculuk için hiçbir şeyim yok. Bekleyin, en azından akrabalarıma haber vereyim. Burada bir yanlış anlaşılma var, eminim. Bir iki gün erteleyin.” “İmkânsız,” dediler, “Yasa gereği hemen gönderilmelisiniz.” Tartışacak bir şey yoktu. Zasuliç, yasaya uyması gerektiğini anladı, ama hangi yasadan bahsettiklerini bilmiyordu.

Tek bir elbiseyle, ince bir sabahlıkla yola çıktı. Trenle giderken durum tolere edilebilirdi, ancak sonra bir kibitkayla, iki jandarma arasında yolculuk etti. Nisan ayıydı, ince sabahlıkta hava dayanılmaz derecede soğuktu. Jandarma paltosunu çıkarıp genç kızı giydirdi.

Kresttsy’ye vardıklarında, polis şefine teslim ettiler. Polis şefi bagajlar için bir makbuz verdi ve şöyle dedi: “Git, seni tutmuyorum, tutuklu değilsin. Ama cumartesileri karakola rapor ver, çünkü gözetim altındasın”. Zasuliç, bilinmeyen bir şehirde yeni bir hayata başlamak için elindeki kaynakları gözden geçirdi: Bir ruble para, bir Fransızca kitap ve bir kutu çikolata. İyi kalpli bir diyakoz, onu ailesine yerleştirdi.

Kresttsy’de iş bulma imkânı yoktu, özellikle idari sürgün olduğunu gizlemek imkânsızken. V. Zasuliç’in anlattığı diğer ayrıntıları tekrarlamayacağım.

Kresttsy’den Tver’e, Soligalich’e, Harkov’a gitmek zorunda kaldı. Böylece serseri bir hayat başladı; polis gözetimi altında bir kadının hayatı. Arandı, sorgulara çağrıldı, bazen gözaltına alındı ve sonunda tamamen unutuldu. Yerel polis denetiminden kurtulunca, kız kardeşinin çocuklarıyla birlikte gizlice Petersburg’a, ardından Penza eyaletine geçti.

1877 yazında, “Voice” gazetesinde Bogolyubov’un cezalandırıldığı haberini okudu. Bu habere geçmeden önce, asa cezasına kısa bir parantez açayım.

Sayın jüri üyeleri,

Asanın tarihini anlatmak gibi bir niyetim yok; bu beni tarihimizin uzak sayfalarına götürür, çünkü Rus asasının tarihi çok uzundur. Hayır, sadece asanın son günlerine dair birkaç anıyı aktarmak istiyorum.

Vera İvanovna Zasuliç, yeni nesilden biriydi. Asa, yeni düzen geldiğinde, yani geçmişte kaldığında, kendini hatırlatmaya başlamıştı.

Ancak biz, önceki neslin insanları, 17 Nisan 1863’e kadar asanın mutlak hâkimiyetini hâlâ hatırlıyoruz.

Asa her yerde hüküm sürüyordu: Okulda, topluluk toplantılarında, toprak sahibinin ahırında, kışlada, polis merkezinde vazgeçilmez bir aksesuardı. Rus asasının bir yerlerde İngiliz mekanizmasıyla ittifak kurduğuna ve kırbaçlamanın Avrupa nezaket kurallarına göre uygulandığına dair bir efsane vardı, ama kimse bunu kendi deneyimiyle doğrulamadı.

Ceza, yasalarımızın kitaplarında her yere serpiştirilmişti. Kırbaç, sopa ve eldivenin gürleyen kükremesi, hafif bir melodik çınlama oluşturuyordu.

Ama sonra o büyük gün geldi, 17 Nisan 1863, ve asa tarihe karıştı. Evet, tamamen değil, ama bedensel cezalar büyük ölçüde kaldırıldı. Asa tamamen kalkmadı, ancak son derece sınırlandırıldı. O dönemde, asa tamamen kaldırılması konusunda bazı aydınları endişelendiren korkular vardı.

Uzun süredir tarihini asayla yan yana yürüten Rusya’yı ansızın asasız bırakmak tehlikeli göründü. Toplumun temellerini bağlayan bu çimentodan nasıl mahrum kalınabilirdi? Sanki bu düşünürleri avutmak istercesine, asa sınırlı bir şekilde kaldı ve tanınırlığını yitirdi.

Asanın saklanmasının nedenlerini bilmiyorum, ama sanırım ölen birinden hatıra olarak kalmış gibiydi. Bu tür hatıralar genellikle küçük boyutlarda saklanır; bütün bir topuza gerek yoktur, tek bir kilit yeter.

Hatıra genellikle sergilenmez, bir madalyonun gizli bir yerinde, uzak bir çekmecede saklanır. Bu tür hatıralar bir nesilden fazla yaşamaz.

Bir halkın tarihinde, insanlık onurunu yücelten bir dönüşüm gerçekleştiğinde, bu dönüşüm kök salar ve meyve verir. Bedensel cezanın kaldırılması, Rus halkının insanlık onuru duygusunu yükseltmede büyük bir........

© sendika.org