Risale-i Nur ve Fıkhî Hükümler
Kanunların uygulanmasıyla dinin uygulanması arasında önemli bir fark vardır. İnsanların çoğu cezadan çekindiği için kanunları uygular. Ama dinî hükümleri -dünyevi bir ceza olmadığı cihetle- vicdanından ve imanından hareketle uygular. Vergi ve zekât buna güzel bir örnektir. Devlet, verdiği hizmetlere mukabil vatandaşından vergi alır. Vergiyi alırken bunu vicdanlara bırakmaz, vergi vermeyenleri veya eksik verenleri takip edip cezalandırır. Zekât ise -günümüz şartlarında- tamamen vicdanlara bırakılmış dinî bir vecibedir. Devlet vatandaşın zekât verip vermemesini takip etmez. Bu durumda zekâtını verenler tamamen vicdanlarıyla baş başadır. Kuvvetli imana sahip bir mümin “bu Rabbimin emridir. Fakirin benim üzerimdeki hakkıdır” der, gönül rahatlığıyla zekâtını verir. Hatta ticari kazançtan kırkta bir, tarladan elde edilen mahsullerden öşür, yani onda bir şeklindeki dinin belirlediği asgari miktarları aşar, daha yüksek oranlarda vermeye çalışır.
İşte mümin kimseye, -malı sevmesine rağmen- malından bir miktarını zekât olarak verdiren güç, onun imanıdır. İman bir iddiadır, salih ameller ise bunun bir isbatıdır. Kışın geleceğine inanan kimse nasıl yazın sıcağında o soğuk günler için odun-kömür gibi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorsa, ahiretin geleceğine inanan bir kimse de elbette orası için geçer akçe olan amelleri yapmaya çalışacaktır. Diyebiliriz ki, dinin emrettiği ameller, iman zemininde neşv ü nema bulacaktır. İman zayıf olduğunda ise, -çorak arazide bir şey bitmemesi veya bitenlerin de pek işe yaramaması misali- dinin amelî, yani uygulamalı boyutu zayıf ve mühmel kalacaktır.
Bediüzzaman özellikle imanî konulara ağırlık vererek böyle bir zemini meydana getirmenin gayreti içindedir. O, -mesela- fıkhî bir mesele olan “hangi maldan ne kadar zekât verilir” konusunu ele almaz, ama “zekât niçin verilmeli, zekât vermede nelere dikkat edilmeli” konularına eserlerinin farklı yerlerinde temas eder, okuyucularına “evet, zekât vermeliyim. Bu hem Rabbimin emridir hem de imkân sahibi olmamın bir gereğidir” dedirtir.[1]
Keza O, “namaz nasıl kılınır?” konusuna girmez, bunu Fıkıh ve İlmihal kitaplarına havale eder, ama “namaz niçin kılınmalı?” sorusuna ciddi ciddi yönelir, buna cevap olarak risaleler telif eder. Mesela Sözler isimli en hacimli çalışmasında 4. Sözde söze şöyle başlar:
“Namaz, ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör…:”
Devamında anlattıklarıyla da muhatabına namazı sevdirir, “evet, ben Allah’ın benden istediği bu emri yerine getirmeliyim” dedirtir.[2]
9. Sözde söze şöyle başlar:
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.”
Devamında yedi sayfa halinde “niçin günde beş defa namaz kılıyoruz?” sorusunu gayet ikna edici bir şekilde vuzuha kavuşturur.[3]
21. Sözde söze şöyle........
© Risale Haber
