Neo-İttihatçılık Yörüngesinde Türkiye: Devletin ve Rejimin Tecessümleri
Türkiye’deki rejim dönüşümü, belirli bir lider veya partinin ötesinde, tarihsel köklerle derin bağlantılara sahip çok katmanlı ve ilişkisel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’dan miras alınan yönetim anlayışıyla modern tekniklerin iç içe geçtiği bu melez yapı, hem süreklilik hem de kopuş unsurlarını bünyesinde barındırmaktadır.
- YUSUF CAN GÖKMEN
- 20 Nisan 2025
Türkiye’de Değişen Rejim Mimarisi
Türkiye’de siyasal rejim, son yıllarda tekil aktörlerin ötesine uzanan, çok katmanlı bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu dönüşüm, yalnızca kurumsal yapılarla sınırlı kalmayan; ideolojik kodlardan hukuk normlarına, ekonomik önceliklerden toplumsal sürekliliklere uzanan bir örüntü içinde kendini hissettiriyor. Gözlemlenen değişim, belirli bir eksene yerleştirilemeyecek kadar girift; farklı düzlemlerde işleyen dinamiklerin etkileşimiyle şekillenen bir mimari ortaya çıkarmakta.
Bu yazı, söz konusu dönüşümün farklı boyutlarını kavramaya dönük bir düşünsel eşlik öneriyor. Kavramsal çerçevesini kurarken çeşitli kuramsal araçlardan yararlanıldı. Kavramların her biri, belirli bir bağlamda üretilmiş olsa da, burada onların teorik hakikati kadar, açıklayıcı imkânları ön planda tutularak esnetildi.
Bu düşünsel çerçeve içerisinde, rejimin karakterini belirginleştiren en kritik yönelimlerden biri olan iktidar biçimlerine odaklanmak anlamlı görünüyor. Devletin karar alma ve topluma nüfuz etme kapasitesinin geçirdiği dönüşüm, teknik bir meselenin ötesinde; siyasetin yönünü, toplumsal yapıyı ve vatandaşlık tahayyülünü belirleyen kurucu bir mesele olarak öne çıkıyor.
Yüksek Despotik, Güçlü Altyapısal İktidar: Türkiye’nin Yeni Rejim Karakteri
Michael Mann’ın devlet kuramında yer verdiği altyapısal ve despotik iktidar biçimleri, ideolojik, askerî, siyasal ve ekonomik yönleriyle, Türkiye’nin son 10 yılında giderek iç içe geçen bir yapı sergiliyor. Bu ikili kuvvet, bir yandan toplumsal yaşamın kılcallarına nüfuz edebilme kapasitesini artırırken, diğer yandan karar alma süreçlerini toplumsal müzakerenin dışına taşıyan bir eğilim üretmekte.
Altyapısal iktidarın sınırları, idari hizmetlerin kurumsal yaygınlığından ziyade gündelik hayatın ritmini belirleyen bir örgütlenme formuna bürünüyor. Sosyal yardımların oluşturduğu bağımlılık hatları, dijital mecralar üzerinden artan görünürlük rejimi, merkezi müfredatla daraltılan pedagojik alan ve devlet güdümlü medya ağı, bu dönüşümün çeşitli tezahürlerine işaret ediyor. Foucault’nun biyopolitika yaklaşımıyla bakıldığında, iktidarın bireyin haklarının yanı sıra alışkanlıklarına, eğilimlerine ve düşünme biçimlerine de temas ettiği bir rejimsel alan şekilleniyor.
Despotik iktidarın genişleyen etkisi ise, kararların müzakere dışı alınabildiği bir yönetim tarzını pekiştiriyor. 15 Temmuz sonrasında olağan hâl rejiminin süreklilik kazanması ve KHK düzeniyle kurulan idari yapı, hukuki normların dışında bir işleyişin olağanlaştırılmasına zemin hazırlıyor. Carl Schmitt’in egemenlik anlayışı burada yankı bulmakta; çünkü istisna hâlinde kimin karar verdiği, aslında egemenliğin kimde olduğunu da ortaya koyar. Bu bağlamda Schmitt’in “egemen, istisna hâline karar verendir” önermesi, rejimin anayasal sınırların dışında kendine özgü bir norm yaratma kapasitesini anlamak açısından önemlidir. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken bir diğer kavramsal çerçeve de “dual state” (çift yönlü devlet) yaklaşımıdır. Bu teoriye göre bir yanda yasa ve prosedürle işleyen normatif devlet yapısı varken, diğer yanda istisna hâllerini yöneten, kararnameler ve fiili uygulamalarla çalışan prerogatif bir yapı bulunur. Türkiye’de 15 Temmuz 2016’dan sonra bu ikili yapı daha da belirginleşmiş görünüyor.
Bu iki iktidar biçiminin eşzamanlı ve iç içe işleyişi, devletin sadece karar alan bir aygıt olmaktan çıkıp, varlığıyla her an her yerde beliren bir organizmaya dönüştüğü izlenimini uyandırıyor. Mann’ın teorik düzlemde sunduğu bu bileşim, Türkiye özelinde yarı-totaliter eğilimler taşıyan yeni bir rejim formunun ana hatlarını sezdiriyor. Siyasal karar alma süreçlerinin merkezileşmesi, toplumsal davranış kalıplarının da eşzamanlı biçimde yönlendirilmesine imkân tanıyor.
Bu noktada Gramsci’nin hegemonya kavramı yeniden düşünülmeyi gerektiriyor. İktidarın sürekliliği, yalnızca baskı aygıtları üzerinden işlemiyor. Rızaya dayalı yönelimler, bu yapının en az görünür ama en kalıcı damarlarını oluşturuyor. “Türkiye Yüzyılı” gibi vizyon anlatıları, bir kalkınma vaadinin ötesine taşınarak, geleceğe dair kurulan müşterek tahayyül alanlarının taşıyıcılığına soyunuyor. Devlet, yönetsel işlemleri düzenleyen bir yapı olmanın yanında geleceği kuran anlam örgülerinin asli kurucu aktörü olarak yeniden konumlanıyor.
Bu yeni konumlanmada devlet yalnızca hiyerarşik yapılardan ibaret bir mekanizma olarak çalışmıyor. Tarihsel pozisyonlarla örgütlü çıkar ilişkilerinin ve kültürel kodların birbirine değdiği bir örüntü, kurumların ötesinde işleyen bir güç coğrafyası yaratmakta. Sürekliliği ise idari düzenlemelerin çok ötesinde, toplumun zihinsel haritasını şekillendiren anlam dizgeleriyle güvence altına alınıyor. Bu anlam dizgelerinin nerede üretildiği, hangi söylemsel katmanlara yaslandığı ve hangi tarihsel bilinçle biçimlendiği soruları, bizi rejimin ideolojik taşıyıcılığına yönelten bir eşikte buluşturuyor.
Devletin Zihinsel Haritası: Neo-İttihatçılık, Stratejik Bürokrasi ve Dışsal Uyum Arayışı
Türkiye’de son yıllarda belirginleşen siyasal yönelim, bazı düşünsel çevrelerde “neo-İttihatçı” bir devlet aklı olarak adlandırılıyor. Etyen Mahçupyan ve Rasim Ozan Kütahyalı’nın yorumlarında karşılık bulan bu yaklaşım, merkeziyetçiliği önceleyen, halkı yönlendirilmesi gereken bir kitle olarak konumlayan ve pragmatik modernleşme çizgisini kurumsal süreklilikle harmanlayan bir zihinsel mirasa temas ediyor. Bu miras, yalnızca tarihsel göndermelerle sınırlı bir izlek sunmuyor; güncel devlet biçiminin ideolojik omurgasında da çeşitli biçimlerde yankı buluyor. Bu bağlamda, raison d’État -hikmet-i hükümet- kavramı, yani devletin kendi varlığını sürdürmek adına rasyonalite üretme kapasitesi, yeniden düşünülmeye değer görünüyor.
Devlet, artık yalnızca toplumsal taleplere yanıt geliştiren bir yapıdan ibaret değil. Geleceği tasavvur eden ve bu tasavvur doğrultusunda toplumu biçimlendirme yönelimi taşıyan bir özneye dönüşmüş durumda. Bu özneleşme, siyasal liderlikle sınırlı bir sahaya hapsedilmiyor; dış politika, güvenlik, ekonomi ve istihbarat gibi stratejik bürokratik alanlarda örgütlenen kadrolar eliyle taşınıyor ve süreklilik kazanıyor.
Son 10 yıl içinde bürokrasi, yalnızca teknik yeterlilikler ya da idari deneyimlerle şekillenmedi. Kurulan yapı, rejimin ideolojik istikrarını taşıyabilecek kadrolarla yeniden örüldü. Böylelikle idari aygıt, uygulayıcı bir aygıttan çıkıp, düşünsel süreklilik sağlayan bir çekirdeğe dönüştü. Devlet Bahçeli’nin “Türkiye Partisi” söylemi ya da Rasim Ozan Kütahyalı’nın “kuvvetler birliği rejimi” ifadesi, bu yönelimin siyasal dile tercüme edilmiş hâli gibi okunabilir. Türkiye Yüzyılı başlığı altında bir araya gelen anlatılar ise, İslamcılık, Atatürkçülük, muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi ideolojik damarların yeniden örülmüş stratejik bir sentezini andırıyor. Etyen Mahçupyan’ın “devletin yeniden kurulumu” vurgusu, kadro değişiminin ötesine geçen, yerleşik siyasal paradigmaların da yeniden biçimlendiği bir süreci işaret ediyor.
Bu dönüşüm, yalnızca kurumsal aygıtı etkilemekle kalmıyor; yurttaşlık tahayyülünü, aidiyet biçimlerini ve bireyin kamusal konumunu da baştan kuruyor. Millilikle ilişkilenen yeni sadakat biçimleri, yurttaşla devlet arasında kurulan bağı........
© Perspektif
