Bir Vicdan Manifestosu: Karnım Zil Çalıyor!
Türkiye’de her beş öğrenciden biri haftada en az bir kez parası olmadığı için öğün atlıyor ve bu oran OECD ülkeleri arasında en yüksek seviyede. Menekşe Tokyay, Karnım Zil Çalıyor! kitabında çocuk açlığını, salçalı ekmekten bodurluğa uzanan gerçek hikâyeler ve çarpıcı verilerle gözler önüne seriyor. Ücretsiz okul yemeği, yalnızca beslenme değil; eğitimde fırsat eşitliği, sağlık hakkı ve toplumsal eşitliğin kesiştiği bir sosyal politika aracı olarak tanımlanıyor. Türkiye’de bu hak hâlâ lütuf gibi görülürken, Brezilya’dan Finlandiya’ya başarılı modeller, evrensellik, yasal güvence ve yerel üretim entegrasyonuyla uygulanıyor.
- MENEKŞE TOKYAY
- 13 Ağustos 2025
Mülakat: Cihat Arpacık
Bir ülkenin aynasına bakmak cesaret ister… Hele ki o aynada kendi çocuklarının aç karnıyla sınıfta oturduğunu, teneffüste temiz su içemediğini, çantasındaki ekmeğin arasına konmuş salçanın utangaç kırmızısını görmek varsa…
Menekşe Tokyay, işte bu aynayı yüzümüze tutuyor. Hem de öyle nazikçe falan değil, gözlerimizi kaçırmamıza, “önceliklerimiz” bahanelerinin ardına saklanmamıza izin vermeden… Karnım Zil Çalıyor!, çocukların açlığını, kelimelerin bütün vicdan yükünü sırtına alarak önümüze koyuyor.
Tokyay, yıllardır medyada bu meseleyi en çok yazan, en çok dillendiren isimlerden biri. Kimi zaman bir köşe yazısında, kimi zaman bir haberde, kimi zaman da bir sosyal medya paylaşımında, hep aynı soruyu soruyor bize: “Çocuklarınız açken siz hangi ülkenin geleceğini inşa ettiğinizi sanıyorsunuz?”
Bu topraklarda çocukların karnı, siyasetçilerin öncelik listesinde hiçbir zaman en üstte olmadı. Betondan şehirler yükselirken, lüks arabalar yeni sahiplerini bulurken, ülkenin okullarında bodurluk araştırmalarının grafikleri sessizce yukarı tırmandı.
Ve biliyorsunuz değil mi, mesele sadece açlık da değil. Mesele, bir ülkenin çocuklarına neyi layık gördüğü, hangi geleceği reva gördüğü… Mesele, “fırsat eşitliği” sözünü seçim meydanlarında alkış toplamak için mi yoksa gerçekten her çocuğun gözlerine bakarak söyleyip söyleyemediğimizle ilgili. Tokyay’ın dili, istatistiklerin soğukluğunu da kırıyor, bir kantin kapısında bekleyen, cebindeki bozuklukları sayan, susamış çocukların yüzlerini tek tek karşımıza çıkarıyor.
Bu kitap yalnızca bir çağrı değil, duymak istemeyen kulaklara atılmış bir çığlık. O çığlığın bir gün gerçekten ülkenin vicdanında yankılanıp yankılanmayacağını biz belirleyeceğiz. Ama şunu bilin: 15 Ağustos’ta raflara konacak bu kitap, o vicdan muhasebesinden kaçacak yeri de daraltacak.
ÇOCUK AÇLIĞI; FIRSAT EŞİTLİĞİ, SAĞLIK VE EĞİTİM HAKKININ KESİŞTİĞİ BİR MESELE
Kitabın önsözünde Suat Özçelebi, çalışmanızı “bir vicdan manifestosu” olarak tanımlıyor. Ücretsiz okul yemeği meselesini en çok yazanlardan biri de sizsiniz. İlk kez hangi olay ya da hangi veri bu durumu sizin için “acil” hale getirdi?
Gazetecilikte öyle anlar vardır ki, işittiğiniz bir cümle sizi masa başından kaldırır, doğrudan sahaya, hayatın nabzının attığı yere götürür. Benim için o an, yıllar önce bambaşka bir konuyla ilgili konuştuğum bir öğretmenin sözleriyle geldi: “Çocuklar okula çoğu zaman aç geliyor. Teneffüste tuvaletlerdeki çeşmelerden kana kana su içerek açlıklarını bastırmaya çalışıyorlar. Harçlıklarını birleştirip ancak ortaklaşa bir somun ekmek alabilenler var. Beslenme çantasında hep salçalı ekmek olan çocuklar var.” Üstelik bu öğretmen Anadolu’nun ücra bir köyünde değil, büyük bir şehirde, işlek bir bölgede öğretmenlik yapıyordu.
Çocuk hakları, Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü’ndeki uzun soluklu doktora çalışmamın da merkezindeydi. Ancak o çalışmada konuyu makro bir mercekten ele almış, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) adaylığı sürecinde çocuk haklarında yaşanan dönüşümü, üyelik perspektifinin yaratabileceği yapısal değişimleri incelemiştim. Oysa çocuk açlığı, bu çerçevenin içinde, sessiz ama derin bir yaraydı. Literatür taramalarının ve mevzuat uyum raporlarının satır aralarından taşan acı bir gerçeklikti. Sahada ise çok daha keskin, sarsıcı ve “insani” bir yüzü vardı.
Mesleğim ve doktora uzmanlığım gereği çocuklara dair resmî verileri, uluslararası kuruluşların raporlarını ve sivil toplumun saha çalışmalarını sürekli takip ediyordum. O anekdotun ardından TÜİK verilerine bambaşka bir gözle bakmaya başladım. Rakamlar çarpıcıydı: 100 çocuktan yalnızca 12’si her gün et yiyebiliyordu; çoğu için ana besin ekmek ve makarnaydı. OECD verilerine göre, Türkiye’de en az beş öğrenciden biri, haftada en az bir kere parası olmadığı için öğün atlıyordu ve Türkiye, OECD üyesi ülkeler arasında parası olmadığı için yemek yiyemeyen öğrenci oranının en yüksek olduğu ülkeydi. Yetersiz ve sağlıksız beslenme, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve eğitimin giderek artan sınıfsallaşmasıyla birlikte tırmanıyordu. Üstelik çocuk açlığı, çocuk işçiliğinden okul terklerine, suça sürüklenmeden akran zorbalığına kadar pek çok sorunu yatay kesen ve besleyen bir meseleydi. O gün anladım ki bu, yalnızca bir beslenme konusu değildi; fırsat eşitliği, sağlık ve eğitim hakkının kesiştiği bir meseleydi. Ve acil koduyla masaya yatırılmayı bekliyordu.
Araştırma sürecinde karşılaştığınız ve sizi en çok sarsan gözleminiz ne oldu?
Kurucu üyelerinden olduğum Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu ile sık sık yüz yüze veya çevrimiçi olarak bir araya geliyoruz ve koalisyonun Öğrenci Veli Derneği’nden (Veli-Der) Türk Tabipler Birliği’ne (TTB), TMMOB Gıda Mühendisleri Odası’ndan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) dek farklı bileşenleri, veliler, uzmanlar çocuk açlığı konusunda gözlemlerini ve son dönem yaşanmışlıklarını paylaşıyorlar.
Kantinden alınan tostları iki-üç çocuk paylaşanlar veya bir şişe suya verecek parası olmadığı için tuvalet musluğundan su içen çocukların hikâyelerini uzun zamandır onlardan da işitiyorum. Ankara ve İstanbul özelinde devlet okullarına giden öğrencilere dair kişisel gözlemlerim de bodurluğun, kavrukluğun ve obezitenin giderek arttığı yönünde. Zaten veriler de bunu destekliyor. Çocuklar yaşıtlarına oranla daha düşük kiloya ve daha kısa boya sahip; besleyicilik değeri olmayan ve anlık açlığı bastıran cips gibi ürünlerle beslenenler ve mikrobesin alamayanlar ise -ki buna “gizli açlık” deniyor- çocukluk çağı obezitesinden mustarip.
Zaman zaman alım gücü düşük mahallelerde gezinti yapıp insanları gözlemliyorum. Fırınlarda bayat ekmek kuyruğunda bekleyen çelimsiz ve mutsuz çocukları, mutfak harcamalarına katkı sağlamak için MESEM’lere yazılan bodur çocukları giderek daha fazla görür oldum. Yıllar önce benzer bir hikâyeye sahip bir çocuğu mahalle kuaföründe gördüğümde benden yaşını tahmin etmemi istemişlerdi. Birkaç yıldır çırak olarak yetişen ve Ankara’nın en yoksul semtlerinden birinden gelen çocuk en fazla 10 yaş boydaydı; 18 olduğunu işittiğimde dünyalar başıma yıkıldı. Çocuğun gerçek yaşını onunla alay........
© Perspektif
