menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Siyasi İlkelerin Buharlaşması, Sosyo-Politik Kültürün Dejenerasyonu

7 1
25.09.2025

Türkiye’de kutuplaşma, yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de beslendiği bir siyasi kültür halini aldı. Kimlik ve güvenlik kaygıları, hukuk ve ekonomi meselelerinin önüne geçerek siyasetin ana eksenini belirliyor. Muhalefet, alternatif ve umut vadeden bir yol sunamıyor. Toplum, siyasi ilkeler yerine kendi tarafının kazanmasını önceleyen güdüsel bir motivasyona hapsolmuş durumda.

Filistin trajedisi devam ederken, insanlığa yönelik suçlar fütursuzca işlenirken ve bütün dünya öfke nöbetleriyle sarsılırken Türkiye iç siyasi meselelerle boğuşuyor. Ülkenin bunu bir türlü aşamaması ilk bakışta insana tuhaf gelse de aslında sorunlarımız kimliksel arka planlarıyla birlikte düşünüldüğünde meselelerin iç içe oldukları da ortaya çıkıyor.

Kürt meselesi, terör sorunu, Suriye ve Filistin’de yaşananlar gündem olduğunda “Siyaset üstüdür, el ele tutuşalım, birlik olalım” niyetleri çeşitli vesilelerle izhar edilse de gerçekler dünyasındaki görüntü hiç de bu niyazla örtüşmüyor.

Toplumsal kültürde zaten var olsa da AK Parti’li yıllar ve Cumhurbaşkanlığı sistemiyle toplumu karpuz gibi ikiye bölen ve siyasi kültürün iyiden iyiye katılaşmasına vesile olan süreçler bazılarına göre merkezi dolduran bir iyilik gibi görünüyor. Oysa Türkiye gibi gücü ve coğrafi konjonktürü belli, yapabilirlikleri sınırlı olan, demokrasi ve hukuk kültürü zafiyet içindeki ülkeler açısından hayra alamet değil.

“Amerika da ikiye bölünmüş durumda, ne var bunda” denecek basitlikte değil bizim durumumuz. Amerika gelenekleri, kurumları, askerî ve ekonomik gücüyle bu ikili toplumsal saflaşmayı tolere edebilecek pek çok etmene sahip ama Türkiye gibi ülkeler bu ve benzeri nimetlerin çok uzağında.

Kutuplaşmadan Şikayet Edip Uzaklaşmaya Hiç De Niyeti Olmayan Bir Muhalefet

Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle yaşıt olan bu çatışma, şimdilerde AK Parti dönemine ya da Cumhur İttifakı sürecine atıfla siyasi değerlendirmelerin konusu olmakta. Sorun şu ki; bunun kötülüğüne atıf yapan neredeyse bütün siyasi muhalif söylemler de bu sürecin kaymağını yemekle meşgûl. Kendilerini yeniden var etmeye çalışanların önemli bir kısmı da konfor alanlarının erozyona uğramamasına gayret eden ideolojik yaklaşım sahipleri olarak aynı sahnenin oyuncuları.

Yani sadece siyasi iktidarın kendi kötülüklerini örtmede bir araç kıldığı oportünist bir alandan söz etmiyoruz. Mevcut hâli besleyen ve kavileştiren bir siyasi kültürün içinde debelenip duruyoruz. Sarmal, bütün toplumsal kesimleri aynı oranda etkiliyor ve safların “diri” tutulmasına vesile oluyor.

28 Mayıs öncesi de hep merak edilen konu “ekonomi mi kimlik mi?” sorusunun cevabı idi. Kastlaşmış kimlik habitatlarında siyaset yaptığımız halde, ekonominin güvenlik ve bekâ endişesinden daha önemli olduğu, hatta bizatihi ekonomik konulardaki yanlışların bekâmızı tehdit ettiği önermesinin toplumun belli kesimleri tarafından iyi algılanacağı, özellikle iktidar tabanlarında karşılık bulacağını zanneden bir “sanrı” süreci yaşadık. Bunun böyle olmadığı/olmayacağını söyleyenlerin dilinde tüy bitti. Çünkü kimlik ve kimliğe dayalı güvenlik konusunun ve hayat nizamı endişesinin bütün hukuksal, adalete mebni, ekonomi politik meselelerin üzerinde algılandığı bir siyasal kültürün içinde yaşamaktayız. Hangi konuyu ele alırsanız alın, konunun kendisinden ziyade kutuplaşmanın aracı olduğunu kavramak için çok fazla emek harcamaya pek gerek yok aslında.

KHK’lılar, siyasi mağdurlar, emeklinin açlık sınırının altına düşen maaşı, yoksullaşma ve hatta son dönemde de gördüğümüz üzere yolsuzluk konularını terazinin sadece bir kefesine yatırmış olmamız, yalnızca bir iktidar başarısı değil aynı zamanda muhalefetin de kendi elleriyle besleyip büyüttüğü bir siyasi zeminin yansıması.

Evet, iktidarın binbir emekle inşa etmeye gayret ettiği bir demokratikleşme süreci yaşadık ama bundan bile memnun olmayanların bunu “demokratikleşme” değil, “öteki”nin haksız ve hadsiz, kısa sürede sona ermesi gereken bir siyasal zafer olarak gördüğü de bir vakıa idi. Sorun şu ki; bu bakış açısı, demokratikleşmeyi hazmedemeyen, hukuku kendine yontan, “öteki”nin kimliksel kazanımlarını savaş meydanında kendi kaybı olarak gören bir ideolojik perspektiften beslenmekte idi. Şimdilerde ahlaki meşruiyetini kaybeden bir iktidar karşısında bu perspektif daha da avantajlı ve kendini haklı görür bir hale büründü. Lakin sorun tam da bu! Zaten demokrasi ve hukuku sadece kendi uhdesinde, kendi yaşam alanlarına pozitif avantaj sağlayan bir araç olarak gören zihniyet hiç değişmedi.

Sondan başlayalım. Mesela, bütün dünyanın gözleri önünde işlenen soykırımın evrensel vicdana yaptığı etki bile bizde sadece ve yine siyasi kutuplaşmanın bir uzantısı olarak sürdürüldü. Geleneğindeki Filistin ilgisi zayıflayan muhalefet, Hamas gibi........

© Perspektif