menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Politik Toplumun Gölgesinde Yaşamak

6 2
05.04.2025

Türkiye’de devlet dışı aktörlerin toplum içinde bağımsız bir şekilde örgütlenmeleri ve siyasal, kültürel yahut ekonomik sahada belirleyici güç hâline gelmeleri her zaman devletin temkinli yaklaşımıyla karşılanmıştır. Siyasal partilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının ve akademik camianın büyük ölçüde devletin gözetiminde ve yönlendirmesi altında şekillenmesi, Türkiye’de politik toplumun egemenliğini pekiştiren en önemli yapısal unsurlardan biri olarak tezahür etmiştir.

Şerif Mardin, İdeoloji adlı eserinde geç dönem Osmanlı aydınlarının -İslamcı, pozitivist, milliyetçi, bireyci yahut toplumcu olsun- politik görüşleri bakımından geniş bir meşruiyet yelpazesine yayılmasına rağmen ortak bir saikle Osmanlı devletinin bekasını koruma kaygısı gütmüş olmalarını şaşkınlıkla karşılar. Ona göre Osmanlı ile benzer bir çöküş süreci yaşayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun entelektüelleri aynı dönemde devletin yanında saf tutma gereği hissetmemişlerdir. Mardin’e göre Osmanlı aydınlarını devlete sıkı sıkıya bağlayan en temel etken, “Osmanlı kültürünün haksız bir biçimde yenik düştüğü” yönündeki duygusal ve tarihsel algıdır.¹

Mardin’in ele aldığı mesele her ne kadar son derece mühim bir mevzuya temas etse de onun sunduğu açıklama tatmin edicilikten uzaktır. Kanımca geç dönem Osmanlı mütefekkirlerinin devletin yıkılışı karşısında sergilediği bu tutumun temel sebebi Osmanlı’da “politik toplumun güçlü oluşu”nda aranmalıdır. Osmanlı’da devlet ile toplum arasındaki rabıtanın mahiyeti, Batı’daki muadillerinden tamamen farklı bir seyir izlediği için Avusturya-Macaristan’da devletin çözülüşü entelektüel çevrelerde politik toplumun geleceğine dair bir kaygı doğurmazken, Osmanlı’da bu çözülüş, özellikle aydınlar nezdinde neredeyse ontolojik bir sarsıntıya karşılık gelmekteydi. Zira Osmanlı siyasi kültürü, toplumun kendisini devlet aracılığıyla inşa ettiği ve varlığını devletle birlikte anlamlandırdığı bir zeminde teşekkül etmişti.

Devlet-i Âliyye’nin bizatihi kendisi, Osmanlı münevverinin tahayyülünde yalnızca hukuki ve idari bir çerçeve değil, bilakis kimlik ve varoluşun ana mihveri olarak resmedilmişti. Bu yüzden Osmanlı mütefekkiri için devletin bekası meselesi, Batı’daki bir entelektüelin devletle kurduğu mesafeli ve eleştirel ilişkinin çok ötesinde, âdeta özneleşmenin zaruri bir koşulu olarak tebarüz ediyordu. Dolayısıyla Osmanlı’da münevverin devlete bu denli eklemlenmiş olmasının ardında yatan en önemli saik, toplumsal yapının büyük oranda devlet merkezli örgütlenmiş olmasıdır.

Öyle ki, benzer dönemlerde yaşamış olan İtalyan düşünür Antonio Gramsci “hegemonya” teorisini ortaya attığında, teorisinin merkezinde konumlandırdığı “sivil toplum”a dair açıklamalarda bulunurken tam da devletin Batı’da ve Doğu’da nasıl örgütlendiğine temas eder ve böylelikle meseleye dair Mardin’inkinden daha tatminkâr bir izahı da serdetmiş olur. Ona göre devlet Batı’da yalnızca bir siper iken ve siperin arkasında devasa bir sivil toplum mevcutken, sivil toplumun mevcut olmadığı Doğu’da ise devlet her şeydir: “Doğu’da devlet her şey olduğundan, sivil toplum ilkel ve peltemsiydi; Batı’da devlet ve sivil toplum arasında usa yatkın bir ilişki vardı ve sallanan bir devlet yapısı içinde sarsılmaz bir sivil toplum yapısı hemen seçiliyordu.”² Bu tespit, Osmanlı siyasi formasyonunun mahiyetini anlamada fevkalade mühim bir açılım sunmakla beraber bu çerçevenin Osmanlı’da var olan ve Cumhuriyet tarafından da tevarüs edilen bir olgu olarak “güçlü politik toplum” ile nasıl bir rabıtaya........

© Perspektif