ALLAH’IN HÜVİYYETİ
“Allah” ismi, “Ahadiyyet” mertebesindeki “Mutlak Varlık”ın adı değil, “özel” bir vechesidir. Mutlak Varlık, insân aklının kavrayabileceği her türlü sıfat ve bağlardan münezzeh/aşkın olduğundan bize tamamıyla meçhuldür. İnsân, önceden bazı sıfatlarla nitelendirmeksizin ve şu ya da bu sûretle kayıtlandırmaksızın herhangi bir şeyi ne düşünebilir ne de onun hakkında konuşabilir. Bu itibarla Hakk, beşerin bilgisine ve idrâkine konu olamaz. Başka bir deyişle mutlaklığında kaldığı müddetçe O, bilinmeyen ve bilinmeyecek olan “Gayb-ı Mutlak” denilen bir sırdır. Bu mertebeye “Âmâ” yâni “Dipsiz Karanlık” adı da verilmektedir. “Ahadiyyet” hâli ebedî bir süreklilik ve ebedî bir sükûndur. Böyle olduğu içindir ki; bizler, O’nu gerçekten de nasılsa öylece tasvir etmeye ne kadar çalışırsak çalışalım, ister istemez ve yalnızca O’nun tecellîlerinin şu ya da bu vechesi hakkında konuşmaya mecbur kalırız. İşte konuşmaya mecbur kaldığımız bu mertebe/alan “Esmâ ve Sıfatlar” mertebesidir.
Bu mertebe “Mutlak Varlık”ın Zât’ı ile ilgili değil, kendini âlemde/varlıkta zâhir kıldığı yönüyle yâni “Rubûbiyet”i ile ilgilidir. Bu gerçeklik Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın diliyle Allah; “Doğunun, batının ve bu ikisi arasında kalan her yerin Rabbidir”[1] şeklinde ifâde edilmiştir. Bu sözlerin irfânî/ledünlü yorumu şöyle yapılmıştır. Doğu, güneşin zâhir olduğu yer demektir. Bu Hakk’ın tecellîsinin gözle görünen, maddî vechesini remzetmektedir. Batı ise güneşin gözlerimizden kaybolduğu yerdir. Bu da Hakk’ın tecellîsinin göze görünmeyen/gaybî vechesini remzetmektedir. Ve görünen ile görünmeyen diye, bu iki cins tecellî de Allah’ın iki büyük ismine: “Zâhir ve Bâtın” isimlerine karşılık gelmektedir. Görünen tecellî somut maddeler âlemini[2] meydana getirirken görünmeyen tecellî de madde-dışı rûh âlemini[3] meydana getirir. Kısaca; Allah, her şey üzerindeki Rubûbiyet’iyle Zâhir ve ne sûretle idrâk olunmuş olursa olsun her şeyin gerçek zâtı/aslı/özü olmasından ötürü her şeyde var olan Hüviyet’iyle de Bâtın’dır.
Görülüyor ki; Mutlak Varlık, ancak tecellîlerinin büründüğü sûretlerde bilinebilir veyâ başka bir ifâde ile insân “Mutlak Varlık”ı ancak O, “Allah” mertebesine nüzûl ettiği vakit bilebilir. Eğer kendini sonsuz sayıda farklı sûrette göstermesi imkânı olmasaydı, olduğu şekliyle “Mutlak Varlık”ın mâhiyeti ebediyyen bilinemeyen bir şey olarak kalacaktı. Genel olarak “Esmâ” yâni İlâhî İsimler ve Sıfatlar diye bilinen şeyler, temelde, Hakk’ın tecellîsinin sonsuz sayıdaki mümkün sûretleri için kullanılan teolojik bir ifâde tarzından başka bir şey değildir. Başka bir deyimle; Esmâ ve Sıfatlar, âlemde, Hakk’ın hâzır ve kâim olduğu sonsuz sayıdaki bağıntı ve nisbetlerin bir sınıflandırılmasıdır.
İşte Haşr Sûresi’nin son âyetleri bize Allah’ın varlıkla/âlemle olan “Rubûbiyet” ilişkisini anlatmakta ve O’nun “Hüviyyet”inin işleyişinin nasıllığını isimleri yoluyla idrâkimize sunmaktadır. Haşr/22. âyeti şöyle başlamaktadır: “Allah O’dur ki O’ndan başka ilâh yoktur: O, yaratılmışların kavrayış alanı dışındaki şeyleri de, duyuları yahut akıllarıyla kavrayabildiklerini de tek bilendir: O, Rahmân ve Rahîm.”[4]
Âyetin başlangıcında yer alan ve “Allah O’dur ki” şeklinde çevrilen “Hûvallahullezi” ifâdesi, Allah’ın “Hüviyyeti” yâni “Hû”nun varlıkta işlemesi şöyledir şeklinden anlaşılmalıdır. Daha öz bir ifade ile, görünen bu çokluk/kesret âleminin/oluşun özünde “Hû” vardır demektir. Görülüyor ki; “Hû”, varlıktaki tasarrufun/işleyişin yanında bu tecellîlerinin/şe’niyetin[5] kaynağı olarak “Ahadiyyet”e de işâret etmektedir. Bunun farklı bir açılımı şöyle de anlatılabilir: “Zâhir/görünen ve Bâtın/görülmeyen her şey aslında bir bütündür ve bunların tümü “Hû”nun faaliyetinin birer tecellîsi/yansımasıdır.”
İki tür tecellî vardır. Bunlardan ilki Zât’dan Zât’a vâkî olan tecellîdir. Bu tecellîde Hakk kendini kendine izhâr eder. Başka bir deyimle bu, Hakk’ın........





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein