menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

KURAN-I KERİMDE ALLAH’IN YERDİĞİ KARAKTERLER

9 1
21.08.2025

“Gerçek şu ki, biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi, üstün ve onurlu kıldık; karada ve denizde onların ulaşımını sağladık, temiz besinlerle onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün tuttuk”. [1] Yüce Allah bu ayette, insanoğluna lütuf ve ikramının bir özetini ve onun âlemdeki özel yerini vurgulamaktadır. İnsanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü; Allah’ın ona akıl nimeti yanında ihsan ve ikram ettiği beden güzelliği, el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazması, başka birtakım varlıkları kendi hizmetinde isti’mali, çeşitli teknolojik âletler icat etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini görmesi ve fehmetmesi, bu sayede geleceğe yönelik programlar, projeler hazırlaması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin kavramlarına sahip olması; kısaca, maddi ve bedeni, ahlaki ve ruhî meziyetlere haiz olmasıdır.

İnsanoğlu değerli, saygın ve onurlu bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu nedenle onun canı, kanı, malı, namus ve haysiyeti, bütün maddi ve manevi hakları dokunulmazdır. Ayrıca ona verilen bu değerle birlikte, onu diğer canlılardan ayıran akıl, irade, vicdan, muhakeme, anlama, düşünme, karar verme, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilme imkânı verilmiştir.

Her insan, Allah’ın paha biçilmez, çok değerli ve tek nüsha birer sanat eseridir. Tek nüsha diyoruz çünkü aynı özellikte ikincisi yaratılmamıştır. Kur’an-ı Kerimde, Evet, parmak(uç)larına varıncaya kadar yeniden yaratmaya gücümüz yeter” [2] buyurulmaktadır. Her insanın parmak izinin farklı olduğu, parmak izi yardımıyla birçok cinayetin çözümlenmesi gerçekleşmektedir. İnsanın parmak izi muhteşemdir. Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Her insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Parmak izinin, âdeta bir seri veya tescil numarası gibi her insan için ayrı ve hususi bir şeklinin olduğu, 19’uncu asrın sonlarında keşfedilmiş ve bilhassa emniyet ve hukukta hüviyet tespiti için kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde “Daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı bulunmaktadır. İnsana bu özelliği bahşeden Yüce Allah, Kerim Kitabımız Kur’an’da bu ilâhî harikaya dikkat çekmiştir.

Âdemoğlu meleklerle yarışacak hatta onları aşabilecek özelliklerle donatılmış, Cennet ve ebedi hayat onun için var edilmiştir. Ancak bazı insanlar, Allah’ın koyduğu ve belirlediği dini, ahlaki ve hukuki hükümlere uymamakla birlikte, kendilerine verilen nimetleri yanlış değerlendirmekte ve önce insani özelliklerini kaybetmekte sonra da hayvanlardan bile aşağı derekeye düşmektedirler. Ayette, “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da sapkındırlar” [3] buyurulmaktadır. Yüce Rabbimiz insanın bu alçalışına engel olmak için sevdiği ve yerdiği vasıfları saymakta, insanın bu hususlarda kendisine çeki düzen vermesini istemektedir. O’nun rahmeti, gazabının çok önündedir. Nitekim bir hadis-i şerifte Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, “Allah kâinatı yarattığı zaman, Arşın üstünde ve yanında bulunan deftere şöyle yazmıştır: Rahmetim gazabımdan daha baskındır” [4] buyurmuştur.

“Kuran-ı Kerimde Allah’ın Sevdiği Karakterler” başlıklı diğer yazımızda, Yüce Allah’ın sevdiği karakterleri muhtasar olarak yazıp izah etmiştim. Şöyle ki, O muhsin kullarını, muttakileri, maddî ve manevi bakımdan temizlenenleri, günahlarından tevbe edenleri, yalnızca kendisine tevekkül edenleri, musibetlerden dolayı isyan etmeyip sabredenleri, karar verdiği zaman adâletle karar verenleri ve Allah yolunda malları, canları, bilgileri ve dilleriyle cihâd edenleri sever.

Bu yazımızda Kur’an-ı Kerimde yerilen karakterleri yazmaya, muhtasar izah etmeye çalışacağım. Yüce Allah, haddi aşan, fesat çıkaran, haksızlık yapan, isyan eden, cimri, kafir, hain, zalim, kibirli, nankör ve şımaran kullarını yermiştir. Bu minval üzere karakter sergileyen kullarını sevmediğini beyan etmektedir. Ayetler ışığında, Allah’ın yerdiği karakterleri ele alırken; bizatihi ayette “Allah … sevmez” ifadesi geçen ayetler çerçevesinde mezkûr karakterleri ele alıp yazmaya çalışacağım. Öte yandan ayetlerde birçok yasaklar, haramlar zikredilmektedir. Zinadan faize, şirkten yalana, gıybetten iftiraya, hırsızlıktan yalancı şahitliğe, yalan yere yemin etmekten, namuslu kadına iftiraya, çıplaklıktan homoseksüelliğe vb. sayabileceğimiz büyük günahlar/haramlarda elbette bahse konudur. Bu günahları işleyenler de Yüce Allah nezdinde sevilmeyen ve yerilenlerdendir.

Ayetler Işığında, Allah’ın Yerdiği Karakterler:

a.) “Allah fesadı/bozgunculuğu sevmez”. [5]

Fesad, tabii dengenin, sosyal düzenin ve ahlaki yapının bozulması, bir şeyin normal hâlinden ve hedefinden çıkıp yararsız duruma gelmesi, kokuşma, yozlaşma, çürüme, insanlar arasında fitne çıkarıp onların durumunu ve hayat tarzlarını doğruluktan saptırıp, din ve dünyaya ait çıkarlarını zedeleme olarak tanımlanabilir. Ayrıca hak ve adaletin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak insan hayatında kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan kargaşa da diyebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’de on bir ayette fesad kelimesi, otuz dokuz ayette de bunun türevleri geçmektedir. [6] Bu ayetlerde düzen, sistemli bir bütün olarak kavranan âlemin ve toplumun, dolayısıyla ferdin var oluşuna temel olan fıtri ve tabii denge ile aynı çerçevede ele alınmakta, fesad da bu düzen ve dengenin bozulmasını yahut bu dengeden çıkmayı ifade etmektedir. Buna göre kozmolojik düzen tevhid ilkesine dayanmaktadır. Bu husus bir ayette şöyle zikredilmektedir: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle yer gök fesada uğrardı/düzen bozulurdu…” [7].

Fesad ve ifsad kavramları içtimai, siyasi, hukuki ve dolayısıyla dini düzenle ilgili bir konumda kullanıldığında yine belli bir düzen veya dengenin bozuluşunu ifade eder. Kur’an’da fesadın karşıtı salâh, ifsadın karşıtı ıslah ve müfsidin karşıtı muslihtir. Fesad fasıkların ve münafıkların, salah da müminlerin vasfıdır. Müminler bu nitelikleriyle, Allah’ın emir ve yasaklarını gözeterek yeryüzünde kurulması gereken denge ve düzeni sağlayıcı tutum ve davranışlar sergiler hem dünya hem ahiret mutluluğuna ulaşırlar.

Aslında en büyük fesat, Allah’a isyan etmektir. Zira İslam’ın emirleri ve nehiyleri hem dünya hem de ahiret hayatını en iyi şekilde tanzim etmek için konulmuştur. Bu itibarla dini emirler terk edilip, herkes nefsinin arzusuna göre hareket ederse, o takdirde her tarafı fesat, kargaşa kaplayacağında şüphe yoktur. Nitekim Ayet-i Kerimede, “Onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” dendiği zaman, “Hayır! Biz ancak ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunun farkına varmazlar.” [8] Münafıkların yaptıkları bozgunculuk, insanlar arasındaki ilişkileri bozarak toplumda fesadın, düzensizliğin meydana gelmesine sebep olmaktır. Münafıklar, tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda fitne ve fesat unsuru haline gelmişler, sulh ortamını bozarak insanları birbirine karşı kışkırtmak suretiyle neticesi savaşlara kadar varan düşmanlıklara sebep olmuşlardır.

b.) “Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez. Zulme/haksızlığa uğrayan başka”. [9]

Bu ayette Allah, esas olarak kötü söz söylenmesinden razı olmadığı halde zulme/haksızlığa uğrayan kişinin söylediği sözleri bundan istisna etmiştir. İstisna edilen “haksızlığa uğrayan dışında” ifadesiyle kastedilenin ne olduğu hakkında tefsirlerde muhtelif yorumlar bulunmaktadır.

Muasır müfessirlerden Saîd Havva ayetle ilgili önceki müfessirlerin görüşlerine yer verdikten sonra, mazlumun kendisine yapılan kötülük karşısında nasıl bir hak elde ettiğine ilişkin şu rivayete yer vermiştir. Adamın biri Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek komşusunun kendisine eziyet ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) de ona şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: “Evdeki eşyalarını evin önündeki yola koy. Adam da öyle yaptı ve eşyalarını yola attı. Yoldan geçen herkes ne olduğunu soruyordu. O da şöyle diyordu: Komşum bana eziyet ediyor. Ayrıca şöyle de beddua ediyordu: Allah’ım ona lanet et, onu rezil et. En sonunda adamın komşusu onun yanına geldi ve şöyle dedi: Evine dön. Yemin ederim bir daha seni rahatsız etmeyeceğim”. [10] Anlaşılan komşu, yaptığı eziyetin kimse tarafından bilinmiyor oluşundan cesaret almaktaydı. Fakat eziyet gören komşunun eşyalarını yola atarak dikkatleri üzerine çekmesi ve uluorta komşusuna beddualar etmesi bir anda kötülükte bulunan kişi üzerinde psikolojik baskı unsuru olmuştur. Belli ki toplum nezdinde bir anda kötü insan olarak teşhir edilmek, söz konusu komşu açısından caydırıcı olmuştur. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in tavsiyesinde, kötülük yapan komşunun hatasını fark edip yaptığı kötülüğü terk etmesine vesile olacak toplumsal bir yaptırım söz konusudur denilebilir.

Bahse konu ayetin iniş sebebi ile ilgili hadise şöyledir: Resulullah (s.a.v.) Efendimiz ashab-ı kiramın arasında otururken, bir adam geldi ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e hakaretler ederek onu üzdü. Ancak Hz. Ebu Bekir (r.a.) sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince Hz. Ebu Bekir (r.a.) adama hak ettiği cevabı verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Efendimiz kalkıp yürüdüler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) hemen arkasından yetişerek: Ey Allah’ın Resulü, yoksa bana darıldınız mı? diye sordu. Allah Resulü (s.a.v): Hayır buyurdular. Sonra da şöyle devam etti: “Lâkin semadan bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” [11]

Her şeyin bir orta yolu olduğu gibi aleyhte konuşma meselesinin de şer’an tayin edilen bir ölçüsü vardır. Yalan ve asılsız iddialarla insanlara çamur atmak ve onları karalayarak itibarını zedelemeye çalışmak iftiradır, büyük günahtır. Bu çirkinliği açık olan bir şeydir. Müslüman yahut gayr-i müslim olsun bu meselede fark yoktur. Hangi dine mensup olursa olsun hiçbir insana iftira caiz değildir. Diğer taraftan bir kişinin gıyabında duyduğu takdirde rahatsız olacağı şeyleri doğru bile olsa söylemek yine caiz değildir. Gıybet kapsamına giren her türlü söz ayetle açık bir şekilde yasaklamıştır. Ancak ne tür sözlerin gıybete girdiği yani gıybetin kapsamı ve sınırları, yine ayet ve hadislerle belirlenmiştir.

“Bahse konu ayette, zulme uğrayan kimselerin kötü söz söylemesine cevaz verilmektedir. Bu suretle mezkûr ayet çerçevesinde hangi hallerde söz söylenebileceğini maddeler halinde sıraladık:

1. Müslüman bireyin haysiyet, şeref, onur vb. kelimelerle ifade edilebilecek saygınlığını bizzat Allah muhafaza etmektedir. Bunu için iftira, gıybet ve kötü sözler sarf etmek yasaklanmıştır. Ancak haksızlık eden kişinin saygınlığı Allah tarafından koruma altında değildir.

2. Saygınlığının dokunulmazlığı kaldırılmış zalim kişinin yüzüne ve gıyabında kötü sözler söylemek, misliyle karşılık vermek caizdir.

3. Haksızlığa uğrayan kişi kendisine zulmedenlere alenen beddua edebilir ve diğer insanlara bunu duyurabilir. Sanıldığının aksine böyle kimselere karşı beddua etmenin bir hak olduğu ve ortadaki haksızlığı izale etmek için bunun da bir yöntem olduğu tefsirlerde dile getirilmiştir.

4. Haksızlık eden kişinin öğüt ve nasihatlerle, güzel sözlerle yahut sabır ve alttan almakla ikna edilmesi, insafa geleceği günün beklenmesi bir zorunluluk değildir. Her ne kadar bu daha olgunca bir metot gibi görünse de haksızlık yapan herkesin bu olgunluğu hak etmediği de aşikârdır. Söz konusu ayet, tefsirlerden anlaşıldığı kadarıyla herkesin bu olgunluğu hak etmediğini göstermektedir. Kur’an, haksızlığa uğradığını düşünen kimsenin önündeki gıybet, beddua ve kırıcı söz engelini, hakkını geri alıncaya kadar kaldırmıştır.

5. Küfürlü söz ve galiz tabirler sarf etmek günahtır. Fakat kendisine küfredilmiş bir kişinin kendisine küfreden kişiye misliyle olmak şartıyla karşılık verme hakkı mahfuzdur. Tefsirlerde bunun bir hak olduğuna ilişkin yorumlar yapılmıştır.

6. Ayetin tatbikine ilişkin tefsirlerde geçen nebevi örneklere bakıldığında, yapılan haksızlığa gıybet, beddua ve teşhir/ifşa gibi tepkilerle karşılık vermenin caydırıcı yönü bulunmaktadır. Özellikle mağduriyet yaşatan kimselerin yaptıklarının kamuya duyurulmasının psikolojik baskı gibi bir faydası olduğuna dair yorumlarda bulunulmuştur. Bu yorumlardan anlaşıldığına göre kimileri, yaptığı haksızlık gizli kaldığı sürece bulunduğu çirkin hal üzere devam edecek karakterdedir. Böyle kimseleri teşhir etmekte fayda vardır. Zira Müslüman toplumda zulme sessiz kalınması, zayıflara yaşatılan mağduriyetin karşılıksız kalması yahut mağdur ve mazlum kimselerin hak arayışlarına kulak tıkanması kısa ve uzun vadede vahim sonuçlar doğuracaktır. Aynı zamanda böyle bir tutum, adalet üzerine müesses olan İslam’ın hakkaniyetine halel getirecektir. Bu yüzden İslam Şeriatının bu ayetle mağdura kol kanat gerdiği açıkça görülmektedir.

7. Bazı yorumlara göre zulmedene karşı kişinin feragat edip misliyle karşılık vermemesi, yapılanları Allah’a havale etmesi hatta beddua dahi etmemesi bir fazilettir. Fakat bu yorumlar daha ziyade tasavvufi öğretinin belirgin olduğu işari tefsirlerde kişisel tercih olarak geçmektedir. Ayette bu tarzda bir fedakârlığın açıkça teşvik edildiği yahut kişinin hakkını beddua ve haksızı ifşa ederek aramasının kerih görüldüğüne dair bir emare görülmemiştir.

8. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünen kişi hakikaten de haklı olmayabilir. Yahut hakkını arayan kimse aşırıya giderek öfkesinde ölçüsüzce davranıp daha büyük bir haksızlığı irtikâp etmiş olabilir. Müfessirler ayetin iç münasebetine dayanarak böyle bir ölçüsüzlüğe karşı ilahi uyarılar olduğunu hatırlatmaktadır. Zulme uğradığı düşüncesiyle galeyana gelip fevri ve istişaresiz davranışlarla kişi haklı iken haksız durumlara düşebilir.

9. Yapılan yorumlar Allah’ın mazluma, kendisine zulmeden kişinin yaptığından geri dönünceye kadar olağanüstü yetkiler vermesi ve haksızlık yaparak hukuku çiğneyen kişinin itibar dokunulmazlığını kaldırması üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla tasavvufî bir öğreti olan “sövene dilsiz, dövene elsiz” ilkesinin bu ayet çerçevesinde kayıtlanması yahut en azından umuma teşmil edilmemesi gerektiği söylenebilir”. [12]

c. “Allah kâfirleri/inkarcıları sevmez”. [13]

Kâfir, örten, gizleyen, inkâr eden, inanmayan, nankörlük eden anlamına gelmekle birlikte, din adına tebliğ ettiği konularda Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’i tasdik etmemek, onaylamamaktır. Ayrıca, Allah’ın varlığını, birliğini inkâr eden, dinin kutsal saydığı gerçeklere inanmayan, İslam’ın hak din olduğunu toptan veya içerisindeki hükümlerden herhangi birini inkâr edene de kafir denir. Hasılı Yüce Allah kafirleri sevmez.

d. “Allah zalimleri sevmez”. [14]

Zulüm, bir şeyi kendine ait olan yere koymamak, bununla birlikte, sınırı aşmak, haktan batıla sapmak, özellikle güç ve otorite sahiplerinin haksızlık/hukuksuzluk yapması manalarına gelir ve adaletin zıddıdır. Zalim ise, hakkı yerine koymayan, adaletsiz, hukuk dışı davranan kimseye denir. Yüce Allah, zalimleri dost edinmeyi de zalimlik olarak nitelemektedir.

Kur’an-ı Kerimde zulüm hem itikatta hem ahlâk ve hukukta doğru, gerçek, meşru ve âdil olandan sapmayı ifade edecek şekilde kullanılmıştır; bu kullanımda Cahiliye döneminin, belirtilen inanç ve ahlâk zihniyetini tamamıyla reddetme maksadının bulunduğu açıktır. Bundan dolayı Kur’an’da zulüm öncelikle şirk, inkâr, günahkârlık, Allah’ın koyduğu itikadi ve amelî kuralları, sınırları çiğneme, aşma gibi kötülükleri anlatır. [15] Hz. Lokman (a.s.)’ın oğluna öğüt verirken, “Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a şirk/ortak koşma! Çünkü şirk/ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür” [16] dediği bildirilir. İmanlarına zulüm karıştırmayanların doğru yolda olduklarını anlatan ayetteki, “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır” [17] zulüm kelimesine ashaptan bazıları “kişiye yapılan haksızlık” manası verince, Resul-i Ekrem (s.a.v.) buradaki zulmün “Allah’a ortak koşmak” anlamına geldiğini belirtmiştir. [18] Bazı tefsirlerde zulmün bu anlamı dikkate alınarak şirkin büyük bir zulüm olmasının sebebi Allah’tan başkasına tapan insanın, Allah’ın hakkı olan kulluğu Allah’tan başkasına yöneltmek suretiyle haktan sapması veya değersiz varlığa kulluk ederek insanlık onuruna karşı haksızlık etmesi şeklinde izah edilir. [19]

Zulüm; adaleti gözetmemek, hak ve hukuk tanımamaktır. İnsanların canına, malına, namus ve haysiyetine kastetmektir. Zulüm, insanın Rabbine, kendisine ve çevresine karşı işlediği bir suçtur. Dünyanın huzur ve barışı, insanlığın geleceği için büyük bir tehdit ve tehlikedir. Yüce Allah, yeryüzünde adaletin tesis edilmesini, zulmün ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Gönderdiği bütün Peygamberlere hakkın hâkim kılınması için zulüm ve zalimlerle mücadele görevi vermiş, zulme ve zalime karşı durmaktan kaçanları ise uyarmıştır. Bu sebepledir ki zulüm ne kadar büyük bir günahsa zulme rıza göstermek de o kadar büyük bir günah, ağır bir vebaldir. Mazlumun yanında olmak, maddi ve manevi imkânları onlar için seferber etmek, imanın gereğidir. Her ne sebeple olursa olsun zalime destek olmak, onlara meyletmek, zulmü görmezlikten gelmek ise işlenen suça ortak olmaktır. Yüce Rabbimiz, bu hususta bizleri şöyle uyarmaktadır: “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez”. [20]

Yıllardır Filistin’de uygulanan zulüm, özellikle Gazze’de bir soykırıma dönüştü. Dünyanın gözü önünde bir millet topyekûn tarihten silinmeye çalışılıyor. Siyonist zalimler, çocuk, kadın ve yaşlı on binlerce masumu Gazze’de katlettiler, katletmeye de devam ediyorlar. Şimdi de küresel suç ortaklarıyla birlikte aynı katliamı diğer İslam Ülkelerine/beldelerine yaymaya çalışarak, dünyayı savaş alanına çevirmek istiyorlar. Ancak şu husus unutulmasın ki, her geçen gün İslam beldelerinin kan ve gözyaşı diyarı haline gelmesinin başlıca sebebi, Müslümanlar arasındaki ümmet bilincinin-şuurunun, kardeşlik hukukunun zayıflamış olmasıdır. İnananların ilim, bilim ve teknoloji alanında üstünlüğünü kaybetmesidir. Halbuki Yüce Rabbimiz, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin” [21] buyurmakta, birlik ve beraberliğimizi her zaman güçlü tutmamızı, her türlü tefrikadan uzak durmamızı istemektedir. “Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar hazırlık yapın, kuvvet hazırlayın.” [22] ayetiyle de düşmanlarımıza karşı her alanda güçlü olmamızı emretmektedir.

Zulüm asla payidar olamayacaktır. Zalimler hain emellerine ulaşamayacaktır. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Nitekim Yüce Allah Kerim Kitabımızda, “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” [23] buyurmaktadır. Bize düşen, her türlü ihtilafı ve çekişmeyi bir kenara bırakmak, İslam kardeşliğini esas almaktır. Ümmet bilincini canlı tutmak, birlik ve beraberliğimize sahip çıkmaktır. Maddi ve manevi her alanda güçlü olmak, barış ve huzuru temin etmek için gayret göstermektir. Zulme destek verenlere, binlerce masumun kanında eli olanlara her alanda kararlılıkla karşı durmaktır. Zulme ve zalimlere karşı yapılacak olan etkinliklere kayıtsız kalmamaktır. Unutmayalım ki zalimlere karşı atılan her........

© Mir'at Haber