Zamanın rengi
Eski bir kitabın arasından usulca süzülen, kenarları dalgalanmış, güneşin rengini içip saman sarısına dönüştürmüş bir fotoğraf buldunuz mu hiç? O an, parmaklarınızın ucunda tuttuğunuz şey, sadece bir karton parçası değil, zamanın kendisinden koparılmış kırılgan bir kehribar anıdır. Yüzler silikleşmiş, tebessümler birer hayalete dönüşmüş, mekânın keskin hatları yumuşayıp bir sis perdesinin ardına saklanmıştır. Fotoğrafın o yorgun dokusu, bize sessizce, asıl mucizenin hatırlamanın değil, unutabilmenin bir lütuf olduğunu fısıldar. Çünkü o solgunluk, hatıranın acıtan, kanatan taraflarını törpüleyen, geriye sadece tatlı bir sızı, vefalı bir hüzün bırakan zamanın o anıya merhametle dokunuşudur.
O solgun karede asılı kalan an, hakikatin kendisi miydi, yoksa bizim ona yıllar sonra yüklediğimiz bir hayal mi? Marcel Proust, bir madlen kurabiyesini çaya batırdığında çocukluğunun bütün bir kasabasını ruhunda yeniden inşa edivermişti. Bizim için de o eski fotoğraf, kokusuyla, dokusuyla, hatta sessizliğiyle bütün bir........
© Milat
