Yüzleşmenin sessizliği
Yazmak, çoğu zaman bir eylem değil bir bekleyişmiş gibi gelir bana. Tıpkı İstanbul’da yağmuru beklemek gibi… Pencerenin kenarına oturursun, bulutların koyulaşmasını izlersin, rüzgârın kokusunu içine çekersin. İlk damla düşene kadar kalemi eline bile almazsın. Çünkü asıl hikâye, yağmurun kendisinde değil, yağmura hazırlanan şehirde saklıdır.
Sait Faik’i düşünün. Öykülerini yazmadan önce Burgaz Adası’nda balıkçılarla sabahlarmış. Ağlarını tamir eden adamın elleri, martıların çığlıkları, denizin tuzlu nefesi… Bunları defterine geçirmezmiş hemen. Önce içinde biriktirirmiş. Tıpkı bir çocuğun ceplerine doldurduğu deniz kabukları gibi. Sonra bir gün, o kabukları masaya döküp her birini tek tek okşayarak yazmaya başlarmış. Demem o ki, yazmak için önce dolmalısın. Sokakların sesiyle, insanların hüzünleriyle, simidin sıcaklığıyla…
Nazım Hikmet Moskova’da sürgündeyken bile memleketinin yağmurlarını yazardı. “Memleketimi seviyorum” diye başlayan o ünlü şiirini kaleme almadan önce, gözlerini kapatıp çocukluğundaki ıhlamur ağaçlarını hatırlarmış. Peki biz ne yapıyoruz? Klavyenin başına geçip “İlham gelmiyor!” diye şikâyet ediyoruz. Oysa ilham, bir kapıyı tıklatıp içeri giren misafir değil. O, zaten evin içinde saklanıyor. Yeter ki perdeleri aralayıp bakmasını bilelim.
Kötü yazılar okumaktan korkmayın derler. Doğru. Ama bence daha önemlisi, kötü yazıları hissetmek. Mesela bir televizyon dizisindeki abartılı aşk sahnesi… Kadın elinde kırmızı güllerle koşarken, erkek arkasından “Dön!” diye bağırıyor. Klişe mi? Evet. Ama belki de o sahneden sonra, siz kendi aşk hikâyenizi düşünüyorsunuz. Belki hiç gül almadınız sevdiğinize. Belki sadece bir simidi bölüştünüz ıslak bir İstanbul akşamı. İşte yazmanın sırrı burada: Başkalarının yazdığı........
© Milat
