Türk sinemasının gerçeklik arayışı
Zygmunt Bauman’ın “Artık hiç kimse, mutlu sona inanmıyor” sözü, günümüz insanın yalnızlığını anlatırken, Türk sineması bu yalnızlığın içinden doğan karakterlerle hayatın çatlaklarını gözler önüne seriyor. Artık perdede gördüğümüz, parlak zırhlar giyen kahramanlar değil; otobüs duraklarında, dar gelirli mahallelerde, işsizlikle boğuşan gençlerin iç hesaplaşmaları. Bu karakterler zaferle taçlanmıyor, hatta çoğu zaman kaybediyor. Ama belki de tam da bu yüzden, izleyici onlara sarılıyor. Çünkü gerçek hayat, çoğu zaman mutlu sonlardan çok, kırık dökük hikayeler vaat ediyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı, bu gerçekliği en keskin biçimde yansıtan eserlerden. Cannes Film Festivali’nde büyük övgü toplayan filmdeki Sinan, taşrada sıkışmış bir yazar adayı. Babasından miras kalan borçlar ve yayınevlerinden gelen ret mektupları, onu bir anti-kahramana dönüştürüyor. Sinan’ın köy meydanında babasıyla yaşadığı o gerilimli diyalog, sadece bir aile çatışması değil; Türkiye’nin gençliğinin hayal kırıklığının sembolü. Ceylan, izleyiciye çözüm sunmuyor, sorular soruyor: Yenilgi, bir seçim mi? Yoksa zorunluluk mu?
Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü Bal’ı ise anti-kahramanın şiirsel yüzünü anlatıyor. Yusuf’un babasını kaybettikten sonra doğayla kurduğu sessiz iletişim, bir çocuğun masumiyetini değil, kaybın evrensel ağırlığını yansıtıyor. Kaplanoğlu’nun kamerası, Yusuf’un ormanda tek başına yürüdüğü sahnelerde, izleyiciyi bir iç yolculuğa davet ediyor. Bu filmde zafer yok; sadece hayatın acımasız döngüsüne boyun eğiş var.
Uluslararası festivallerde ödüllerle taçlanan bir diğer yapım, Emin Alper’in Kurak Günler’i. Berlin Film Festivali’nde büyük ses getiren bu film, distopik bir anlatıda bile anti-kahramanın insani yönlerini öne çıkarıyor. Cemal, ekolojik bir yıkımın eşiğinde, devletin baskıcı........
© Milat
