Kolay bilginin ağır bedeli
Kulaklıklarınızı bir anlığına çıkarın. Etrafı saran o kesif sessizliğin içinde, bir fısıltı gibi değil, bir dağ gibi duran o kadim soruyu duyun: Her şeyin bir sese, bir akışa, anlık bir gürültüye dönüştüğü bu çağda, gözlerimizi bir kâğıdın üzerine eğip kelimelerin sessizliğinde kaybolmanın ne hükmü kaldı? Mademki en girift romanlar, en derin felsefeler artık bir tıkla kulağımıza fısıldanıyor, o halde sayfaları çevirmenin o zahmetli ritüeline neden hâlâ muhtacız? Belki de asıl sormamız gereken, bu zahmetsizliğin bize ödettiği ağır bedelin ne olduğudur. Bu, nostaljik bir alışkanlık mı, yoksa ruhumuzun vazgeçemediği mahrem bir ibadet mi?
Sorunun cevabı, beynimizin o gizemli dehlizlerinde, kelimelerle kurduğumuz ilişkinin doğasında saklı. Zira dinlemek ile okumak, aynı hedefe giden iki farklı yolcuya benzer; ikisi de “anlamak” denen o muazzez menzile varmak ister, ama yolculukları, yolda gördükleri ve geride bıraktıkları bambaşkadır.
Dinlemek, bir nehirde akıntıya kapılmak gibidir; ses sizi alır, kendi ritminde, kendi yatağında sürükler. Konuşmacının temposuna teslim olur, onun durduğu yerde durur, onun coştuğu yerde coşarsınız. Zihniniz, o akışkan ses selinden anlam damlalarını yakalamak için sürekli bir hafıza teyakkuzundadır; kelimeler birbirinin içinde eriyerek akar ve siz o çağıltının içinde manayı avlamaya........
© Milat
