menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hız ve vicdan arasında

27 0
09.05.2025

Gün batımının soluk ışıkları, camlardan süzülüp otobüsün içini turuncu bir matem havasına bürüdüğü o anı hâlâ hatırlıyorum. Yorgun bedenler, sallanan çantalarla birbirine çarpan dizler, havasızlıktan şişen yüzler… Hepsi olağan bir akşamın parçalarıydı. Ta ki sürücü, direksiyonu sanki kaderin kendisine meydan okuduğu bir düelloya hazırlanırcasına kavrayana kadar. Otobüs, sokakları bir yara gibi yararak ilerliyordu. Metalik gıcırtılar, lastiklerin asfalta tutunma çığlıkları, koltuğa çakılan bedenlerin sessiz homurtuları… Her viraj, bir insanın hayatındaki beklenmedik dönemeçler gibi sert ve acımasızdı.

Ortada, yan kapının yanında asılı duran incecik adam, aniden çekilen frenle bir kukla gibi savruldu. Düşüşü yavaş çekimde izlenen bir trajediydi: Elleri boşluğu kavramaya çalışırken, siyah bıyıkları terle ıslanmış yüzüne yapışmış, kir pas içindeki plastik merdivene çarptığında bedeni bir yaprak misali büzüldü. O anda hissettiğim şey, acıdan ziyade bir tanıklık utancıydı. Parmaklarım, tutunduğum metal sapın soğukluğuna gömülmüş, adeta varoluşsal bir çaresizliğin somutlaşmış haliydi. Yardım etmek mi? Düşüncem bile bedenimi sarsan bir lüks gibiydi. Çünkü bıraksam tutunduğum sapı, belki ben de o merdiven boşluğuna, insanlığın ortak çukuruna yuvarlandığımda, kimse el uzatmayacaktı.

Bu sahne, yıllar sonra bile zihnimde bir palimpsest gibi katmanlarını açtı. Otobüsü “Dünya”ya, sürücüyü “doğa”nın kayıtsızlığına, düşen adamı ise hepimize benzettim. Evrenin geniş boşluğunda, yıldızların soğuk ışığı altında, hepimiz o merdivende debelenen bedenler değil miyiz? Kimimiz tutunmayı........

© Milat