Göze görünmeyen hakikatin simyası
Dün gece yarısı uyandığımda, içimde bir yerlere sığmayan o kadim sızıyı hissettim yeniden. Ne bedensel bir sancıydı bu, ne de zihnin yorgunluğu. Sanki ruhum, içinde bulunduğu bu etten kafese dar geliyor; varlığın sırrını fısıldayan atomların sesine kulak kesiliyordu. O an anladım ki, benliğimizin en büyük sırrı, göze görünmeyen âlemde, maddenin en derin katmanlarında gizliydi. Her bir nefes, her bir zerre, bir kuantum denklemiyle yeniden yazılıyor, evrenin en ilkel bilgeliği yeniden fısıldanıyordu.
Sabah Ortadoğu kâşiflerinin ritüeliyle kahvemi yudumlarken, zihnime bir soru ilişti: Aşkın o baş döndürücü anı, iki ruhun birbirine dolanık hale gelmesi midir? Yoksa bir elektronun yörüngesinden kopup başka bir atoma iltica etmesi mi? Öfkenin o çıldırtan ateşi, atom çekirdeğinde gizlenen muazzam enerjinin kontrolsüzce açığa çıkması; bozonların taşıdığı bir öfke parçacığının kalbimize çarpması olabilir miydi? Bu sorular, kimyanın ders kitaplarının soğuk sayfalarında kalmadığını yüzüme vurdu. Artık bu ilim, yalnızca moleküler tepkimelerin değil, duygularımızın ve hatıralarımızın da bir felsefesiydi. Starbucks, kahve satmıyor; insan ruhunu yeniden şekillendiren, duygu durumumuzu yöneten, görünmez formüller pazarlıyordu.
Elime aldığım telefona bakarken başka bir mucizeyle karşılaşıyorum. Bu ekran, görünüşte sıradan bir cam ama hakikatte atomların ahenkle salındığı bir sanat eseriydi. Milyarlarca insanın parmaklarının üzerinde gezindiği bu şeffaf yüzey, basit bir kum tanesinin ateş ve sabırla akla........
© Milat
