menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Geleceği yeniden yazmak

15 0
12.05.2025

İçinde yüzdüğümüz çağ, bir zamanlar adına "gerçeklik" dediğimiz o sağlam zeminin ayaklarımızın altından kayıp gittiği, baş döndürücü bir seraplar diyarı. Gözlerimizi kamaştıran imgeler, kulaklarımızı dolduran sloganlar ve avuçlarımızdaki ekranlardan akan sonsuz veri seli arasında, hakikat ile onun ustaca kurgulanmış temsilleri arasındaki sınır, bir sis perdesinin ardında yitip gidiyor. Bu, yalnızca bir algı kayması değil; varoluşumuzun ta kendisini dönüştüren, ruhlarımızı ve toplumsal dokumuzu derinden etkileyen bir metamorfoz. Peki, bu parıldayan serabın ortasında yolumuzu nasıl bulacağız? Anlam kırıntılarını nerede arayacağız? Ve en önemlisi, bu gösterinin ötesinde bir gelecek hayal etmeye cüret edebilecek miyiz? Her bir köşesi sonsuz yansımalarla dolu bir aynalar salonunda gibiyiz; öyle bir salon ki, baktığımız her yansıma, bir diğer yansımadan başka bir şey göstermiyor. Ya da belki de, vahaların sofistike hologramlardan ibaret olduğu, susuzluğumuzu gidermek yerine daha da artırdığı bir çölde yol alıyoruz. Jean Baudrillard’ın hipergerçeklik olarak adlandırdığı bu durum, artık akademik bir kavram olmaktan çıkıp, gündelik hayatımızın dokusuna işlemiş durumda. "Aracılanmış işaret ve sembollerin gündelik deneyimlerle kaynaşması" , gerçeklikle değil, onun simülasyonlarıyla daha sık etkileşimde bulunduğumuz anlamına geliyor. Bir felaket anında bile, örneğin bir yangın sonrası evini kaybetmiş birinin acısını anlamlandırma biçimimiz, medyanın önceden paketleyip sunduğu, neredeyse ritüelleşmiş "hipergerçek" keder imgeleriyle şekilleniyor. Bu, gerçek deneyimin kendisinin "sürreal bir düş manzarasına" dönüştüğü, gerçekliğin eridiği bir noktaya işaret ediyor. Bu hipergerçeklik labirentinde, Guy Debord’un Gösteri Toplumu tezi, pusulamızın bir diğer önemli iğnesi haline geliyor. Debord’a göre, "bir zamanlar doğrudan yaşanan her şey, salt temsile dönüşmüştür." Gösteri, yalnızca bir imajlar topluluğu değil, "insanlar arasında imgeler aracılığıyla kurulan bir toplumsal ilişkidir". Bu tersine dönmüş dünyada, metalar arasındaki ilişkiler, insanlar arasındaki ilişkilerin yerini almış, "var olmak"tan "sahip olmak"a, oradan da "sadece görünür olmak"a doğru bir yozlaşma yaşanmıştır. Tıpkı bir yangın yerinde, "tanınmaz kömürleşmiş eşyaların yanında, bazıları hasarsız görünen tabak, kase ve fincanların yan yana durması" gibi, toplumumuz da tuhaf ve çoğu zaman anlamsız karşıtlıkların sürreal bir tablosunu çiziyor. Bu durumun altında yatan derin bir paradoks var: Gösteri toplumu, teknoloji aracılığıyla bize sürekli daha fazla "bağlantı" vaat ederken, aslında bizi otantik deneyimden ve gerçek insani etkileşimden giderek daha fazla yabancılaştırıyor. İmgelerle aracılanan toplumsal ilişkiler , doğrudan yaşanan ilişkilerin yerini alıyor ve ne kadar "bağlı" görünürsek, gerçeklikten ve birbirimizden o kadar kopuk hale gelebiliyoruz. Dahası, Debord'un belirttiği gibi, gösteri "geçmişi belirsizleştirir, gelecekle birlikte farklılaşmamış bir kütleye, bir tür bitmeyen şimdiye sıkıştırır". Bu, yalnızca zamansal bir çarpıtma değil; eleştirel düşünceyi ve değişim potansiyelini engelleyebilen bir durumdur. Bireyler, bu gösteri çağının tarihin akışında sadece bir uğrak olduğunu ve sağlam bir iradeyle aşılabileceğini idrak edemezlerse, değişimin aktif öncüleri olmak yerine pasif gözlemciler haline gelebilirler. Felaketlerin bile hipergerçek bir formatta önceden sindirilip sunulması , gerçek krizlere otantik ve yapıcı tepkiler verme kapasitemizi aşındırıyor; çünkü bu krizlerin bile medyatik, sansasyonel şablonlara uymasını bekliyoruz. Gerçek kaybın "sürreal düş manzarası" , hipergerçek beklentilerle keskin bir tezat oluşturuyor.

İçinde yaşadığımız bu hipergerçek manzara, modern hayatın karmaşık yapılarının yalnızca ekonomik ve politik hayatımızı değil, aynı zamanda iç dünyalarımızı – anlatılarımızı, korkularımızı ve hatta neyin mümkün olduğuna dair algımızı– nasıl etkileyebileceğini de gözler önüne seriyor. Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik kavramı, bu durumu bazen nefes aldığımız hava gibi tanımlar: "sadece kapitalizmin tek geçerli politik ve ekonomik sistem olduğu değil, aynı zamanda ona tutarlı bir alternatif hayal etmenin bile imkansız olduğu yaygın duygusu." Bu, öylesine yaygın bir atmosferdir ki, Fisher'ın deyimiyle, "dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır." Kapitalizmin meşru, iyi ya da verimli olup olmadığına bakılmaksızın varlığını sürdürmesi, onun işleyişinin "herhangi bir öznel olarak varsayılan inanca bağlı olmamasıyla" açıklanabilir; bu, derin, neredeyse bilinçdışı bir kabullenmeye işaret eder. Bu atmosferde, Naomi Klein’ın Şok Doktrini ile betimlediği "felaket kapitalizmi" filizlenebilir. Doğal ya da insan yapımı krizler, normalde reddedilecek radikal serbest piyasa politikalarını uygulamak için bir fırsat olarak kullanılabilir. Katrina Kasırgası sonrası New Orleans'ta ya da Güneydoğu Asya'daki tsunami felaketinin ardından yaşananlar, "hızlı kurumsal dönüşümlerin" ve "radikal özelleştirmelerin" nasıl hayata geçirildiğinin somut örnekleridir. Bu, Debord'un bahsettiği "var olmaktan sahip olmaya, sahip olmaktan da sadece görünür olmaya" doğru giden yozlaşmanın, kriz anlarında insanların maddi olarak mülksüzleştirilmesiyle doruğa ulaştığını gösterir. Korkunun kendisi de bu sistemde pazarlanabilir bir ürüne dönüşür. "Küresel kapitalizmin tüketim malları, giderek 'korkutucu' bir dünyada kendilerini izole edilmiş ve potansiyel olarak tehdit altında hisseden bireylerin güvensizliklerini hafifletmek için sunulur". Örneğin, ozon tabakasının incelmesi ya da trafikteki yol öfkesi gibi derin kaygıların çözümü olarak pazarlanan devasa SUV'lar, aslında daha derin bir anksiyeteyi maskeleyen metalardır. Hatta YouTube gibi platformlarda, gizemli fenomenler hakkındaki içeriklerle izleyicinin korkusu "satış değerine" ve aboneye dönüştürülerek metalaştırılır. Bu noktada, Byung Chul Han’ın Anlatı Krizi'ndeki eleştirisi devreye girer: "anlatıcılık, hikaye satıcılığına (storyselling) dönüşür ve anlatılar bağlayıcı güçlerini yitirir." Kapitalizm, "anlatıyı kendine mal eder: hikayeler satar. Artık paylaşılan deneyimin bir aracı değil," sadece "tüketicilerden oluşan geçici bir topluluk" yaratır. Ortak ateşin yerini alan yalıtıcı dijital ekran imgesi, bu durumu güçlü bir şekilde sembolize eder. Bu üç kavram – hipergerçeklik, kapitalist gerçekçilik ve metalaşmış korku – birbirinden yalıtılmış değil, birbirini güçlendiren bir sistem oluşturur. Baudrillard ve Debord'un tanımladığı hipergerçek gösteri, otantik anlamın kıt olduğu kafa karıştırıcı bir ortam yaratır. Fisher'ın kapitalist gerçekçiliği, mevcut (metalaşmış) sistemin tek gerçeklik olduğunu ilan eder. Bu sistemde korku, hem kilit bir ürün hem de bir kontrol mekanizması haline gelir; gerçek kaygılar tüketici çözümlerine veya sansasyonel medyaya kanalize edilerek sistemik........

© Milat