menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Çılgın kalabalığın masum günahkârları

20 0
29.05.2025

Ah, o şehirler! O devasa, o baş döndüren, o insanı hem var eden hem de yutan girdaplar! Kimileri için bir varoluş sahnesi, bir imkânlar deryası; kimileri içinse, ruhunu usul usul emen, onu hissetmekten alıkoyan bir cangıl. Ve işte tam da bu cangılın ortasına, belki de hiç istemeden, saf bir yürekle doğmuş olanlar... Onlar ki, kalabalığın uğultusunda kendi iç seslerini duymaya çalışan, o mekanik ritme ayak uyduramayan, belki de bu yüzden "yaramaz" addedilenler. Gün gelir, bu ağırlığa dayanamaz, her şeyi, o parlak kariyerleri, o konforlu düzenleri bir kenara itip, bir içsel hicrete yelken açarlar. Dışarıdan bakanlar, o pragmatik aklın temsilcileri, onları "günahkâr" ilan etmekte gecikmezler. Oysa onlarınki bir günah değil, kaybolmuş bir masumiyetin, yitirilmiş bir hissin, ruhun o en saf, en derin fısıltısının peşinden gitme cüretidir. Onların günahı, hissetmekten vazgeçmemek, o çılgın kalabalığın dayattığı hissizliğe teslim olmamaktır. Ne acı bir tecellidir ki, en masum arzular, en saf kaçışlar, bazen en ağır yaftalarla damgalanır.

Modern zamanların bu karmaşık dokusunda, neden bu denli hissizleştiğimizi, şehirlerin o kadim, o derin ruhunu yitirip yitirmediğimizi sorgularken buluruz kendimizi sıkça. Aslında her şey, bir mekânın ruhumuzda uyandırdığı o ilk, o tarifi zor, o çoğu zaman kelimelere dökülmeyen hislerle başlar. Duygu dediğimiz o muamma, yaşadığımız anların, deneyimlerin o anlık, o kişiye özel, o benzersiz bir yansıması değil midir zaten? Kâh bir coşku fırtınası, kâh bir melankoli sisi, kâh da adını koyamadığımız, ruhu daraltan bir boşluk hissi... İşte bu gelgitli duygular, biz daha ne olduğunu anlamadan, bir mekânla aramızdaki o görünmez köprüleri kurar ya da yıkar. Hatta ilmin ışığında yapılan nice çalışma gösteriyor ki, bir semti, bir şehri kendimize yurt seçerken, o keskin mantık süzgecimizden ziyade, o anlık, o içgüdüsel duygusal tepkilerimiz ferman okur çoğu zaman. Ne kadar da şaşırtıcı, değil mi sevgili okur?

Bir de şehirlerin o tarifi zor "duygusal atmosferi" vardır; hani bazen içimize işleyen, bazen de bizi iten o "havası", o "ruhu" dediğimiz şey. Bu atmosfer ne sadece bizim içimizde saklı bir hazine ne de sadece çevrenin taşında toprağında gizli bir sır. Tıpkı bir nehrin yatağını bulması gibi, mekânla insanın o derin, o karşılıklı raksından doğar. Bir yer, ancak ve ancak bir ruh onu soluduğunda, bir kalp onunla hemhâl olduğunda bir atmosfere bürünür ve bu atmosfer, şehirde yaşayanların hayat kalitesinin, o ince ayarlı yaşam zevkinin en sadık göstergelerinden biri oluverir. İşte tam da bu yüzden, şehirleri planlarken, o kâğıt üzerindeki çizgilerin, o hesap kitap işlerinin ötesinde, insanın o derin duygusal tepkilerini, o ruhsal ihtiyaçlarını göz ardı etmek, insanın en kadim, en temel bağ kurma biçimini hiçe saymakla birdir. Belki de şehirlerin o "kaybolan ruhu" diye ağıt yaktığımız şey, tam da bu can alıcı noktada, insanın mekânla kurduğu o sağlıklı, o hayat veren duygusal alışverişin hoyratça kesintiye uğramasıyla, o "masum günahkârların" ruhunda açılan yaralarla belirginleşir. Ruh, öyle kolayına kaybolan bir şey değildir aslında; asıl mesele, ruhu var eden, onu besleyen, onu yeşerten o nazlı koşulların bir bir ortadan kaldırılmasıdır.

Peki, o "hissetme mücadelesi", o modern insanın ruhunu kemiren o derin sızı nereden beslenir? Aslında bu, dünün değil, ezelin bir derdidir bir bakıma. Daha yirminci asrın şafağında, büyük düşünür Georg Simmel, o meşhur "Metropolis ve Tinsel Hayat" adlı eserinde, şehrin o bitmek bilmeyen, o sinirleri zıplatan uyaran bombardımanına karşı insanın kendini korumak için nasıl da akılcı, nasıl da mesafeli bir kabuk ördüğünü ne de güzel anlatmıştı. Bu, bir nevi hayatta kalma stratejisiydi; lakin bu koruyucu kalkan, zamanla duygusal bir kayıtsızlığa, bir "bezginliğe", adeta bir ruh yorgunluğuna dönüşebiliyordu. Günümüzün o hiper-uyaranlarla, o dijital ve mekanik kakofoniyle dolu şehirlerinde ise bu durum, korkarım ki, çok daha derin, çok daha yaygın bir "duygusal uyuşukluğa" evrildi. Sürekli bir filtreleme, sürekli bir eleme hali... Bu, sadece olumsuzlukları değil, hayatın o ince, o latif güzelliklerini, o kalbi titreten duygusal nüansları da dışarıda bırakıyor olabilir mi? İşte o "çılgın kalabalığın masum günahkârları" diye andıklarımız, belki de tam da bu yaygın uyuşukluğa, bu ruhsal donukluğa bir isyan bayrağı açanlardır. Onların o anlaşılmaz kaçışları, bir yaramazlık, bir sorumsuzluk değil, bu duygusal çoraklaşmaya, bu hissizleşmeye karşı atılmış masum bir çığlıktır belki de. Onların "günahı", bu kolektif narkozdan uyanma, gerçek hislerin, o saf, o katışıksız duyguların peşine düşme arzusudur.

Şehirlerin ruhu dediğimiz o ulvi, o latif kavram,........

© Milat