menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Selim Kuneralp yazdı – Dış politika: Nereden nereye?

18 1
01.11.2025

24 Ekim tarihli basında hoşa gitmeyecek iki haber vardı. Yalanlanmadıklarına göre doğru oldukları sonucuna varmak lazım.

Birinci habere göre, AB’nin Rusya’nın oluşturduğu tehdide karşı silahlı gücünü artırmak amacıyla oluşturulan ve silah sanayiini ortak temellere oturtmayı hedefleyen SAFE programına, iktidarın çok istemesine rağmen Kıbrıs ve Yunanistan’ın engellemeleri nedeniyle ülkemizin katılmasının en azından şimdilik mümkün olmadığı görülmektedir. Aslında bu habere şaşırmadım. AB Zirvesinin bir gün önce kabul ettiği Ortak Bildirinin 28’inci maddesi AB dışı ülkelerle iş birliği ortak güvenlik ve dış politika hedefleri şartına bağlanıyordu. Oysa iktidar, stratejik özerklik uğruna bu hedeflerden bir hayli uzaklaştığı gibi bundan da övünç duymaktadır. Nitekim geçtiğimiz günlerde Ankara’yı ziyaret eden Almanya Şansölyesi Merz ile yapılan görüşmelerde konunun gündeme dahi gelmediği anlaşılıyor.

İkinci üzücü habere göre ise ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Kudüs’teki temasları sırasında Gazze’ye yerleştirilmesi söz konusu olan uluslararası askeri güce ülkemizin katılmasına Netanyahu’nun karşı çıktığına dikkat çekmiş; ancak ülkesinin bu engeli aşmak için uğraş verdiğine ilişkin herhangi bir ifadede bulunmamıştır. Sonraki günlerde Netanyahu’nun ülkemizin değil bu güce katılmasına, Gazze’nin savaş sonrasındaki imar faaliyetlerine karşı çıktığına ilişkin başka açıklamaları da yayınlandı. Bunlar da yalanlanmadı.

Her iki haber yalanlanmadığı gibi, iktidar çevrelerinden bir tepkiye yol açtığına da rastlamadım. Belki de amaç, bu iki kötü haber üzerine fazla dikkat çekmemekti.

Bu haberler beni eskiye götürdü. Eski Türkiye döneminde böyle şeyler olabilir miydi acaba?

41 yıl süren meslek hayatım boyunca ülkemiz, tabii ki çok büyük sınamalarla karşılaştı. Ancak birinci önceliği, komşular arasındaki mücadelelere katılmamaktı. O dönemde bence karşılaştığımız en büyük tehlike, 1980-88 arasında devam eden İran-Irak savaşına bulaşmaktı. Bu tehlike başarıyla atlatıldı. Oysa baskılar az değildi. Örneğin, 1983 yılında savaşın Irak için iyi gitmediği bir ortamda, Saddam’ın Taha Yasin Ramazan’ı özel temsilci olarak Cumhurbaşkanı Evren’e gönderip Türkiye’nin İran’a karşı Irak’a yardımcı olmadığı takdirde Irak Kürtlerine geniş bir otonomi vermek durumunda kalacağı ve bunun ülkemiz için bir tehlike teşkil edeceği şeklinde bir tehdit savurduğuna bizzat şahit olmuştum. Tabii bu baskıya uyulmadı. Diğer taraftan da savaşı İran kazandığı takdirde, ülkemizin bundan yararlanıp Musul’a el koyabileceği gibi cinlikler kimsenin aklından geçmiyordu. Aslında devrimin ilk yıllarında İran’la ilişkilerin de çok parlak olduğu söylenemez. Ülkesinin Türkiye’ye devrim ihraç etmek istemesinden şüphelenilen zamanın dini lideri Humeyni’nin savurduğu bir tehdit üzerine, Büyükelçiliğimiz personelinin bir gecede Tahran’dan tahliye edilmesi de o dönemlere rastlar.

Tabii o dönemin bir özelliği de dış politikanın din ve mezhep öğelerinden uzakta durmasıydı. Hatta bugünkü adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 1969 yılında İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) olarak kurulduğunda Türkiye, kuruluş yasasına laik düzeniyle ilgili rezerv koymuş; ayrıca ilk yıllarda toplantılarında üst düzey temsilden bile kaçınmıştır.........

© Medyascope