Mehmet Tatlı yazdı: Selahattin Demirtaş DEM Parti’nin neresinde?
Selahattin Demirtaş, Türkiye siyasetinin uzun süredir en çok konuşulan tutsağı. Dokuz yıldır hapis koşullarında tutulan eski HDP lideri etrafında türlü spekülasyonlar kamuoyuna servis ediliyor. Geçen ay ailesiyle birlikte yurtdışına sürgün edileceği iddiaları, bu ay ise Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasına mâni olduğu propagandaları. Bu söylentileri eleştirenler olduğu gibi, gerçekçi bulanlar da var.
Aslında Demirtaş hakkında Türkiye’deki farklı seçmen kesimleri arasında birbirinden uzak tanımlamalar mevcut. Bu nedenle kendisi hem iktidar-muhalefet hem de muhalefet-muhalefet ilişkilerinde merkezi bir gündem maddesi haline gelmiş durumda. Kimi DEM Parti’nin kendisini yeterince sahiplenmediğini iddia ediyor, kimi de ideolojik uyumunu göz ardı ederek “keşke Demirtaş bizim partimizde olsa” diyor.
8 Ekim 2025’te serbest kalması umulan Selahattin Demirtaş hakkındaki eleştirileri ya da övgüleri anlamak için, kendisinin Kürt siyaseti içindeki mevcut pozisyonunu bir kez daha hatırlamak gerekiyor.
Selahattin Demirtaş ulusal bir lider değildir. Son Kürt isyanını da kendisi başlatmamıştır. Süregelen bir mücadelenin içinde kendini bulmuştur. Kendisinin de defalarca söylediği gibi, PKK’ye silah bıraktırabilecek kişi hiçbir zaman Demirtaş olmamıştır.
İdeolojik olarak bir “rehber” ya da “kuramcı” değildir; böyle bir iddiası da yoktur. Kürt halkı nezdinde böyle olmasına gerek de yoktur. “Yoldaş” olması yetmiştir.
Kürt hareketinin ideolojik, siyasi, operasyonel veya diplomatik merkezi hiçbir zaman o olmamıştır. Hâlâ binlerce tutsağı bulunan meşhur KCK davalarında, savcılıkların hazırladığı örgütsel hiyerarşi şemalarına bile “girebilmiş” değildir Demirtaş.
Kürt sorunu gibi uluslararasılaşan bir sorunda diplomatik meziyetleri de sınırlıdır; örneğin, Irak Kürtleri, Suriye ve Rojava üzerindeki etkisi çoğu zaman “sohbet” veya “görüş alışverişi” düzeyinde kalır.
Dolayısıyla Demirtaş’ın siyasal kapasitesinin, Kürt meselesinin yapısal, tarihsel, ideolojik, askeri, örgütsel ve diplomatik karmaşıklığına yeterli olamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Türkiye’nin en politik kesimi olan DEM Parti tabanı da bu durumun farkında.
Demirtaş, son Kürt isyanının Türkiye’deki toplumsal ve siyasal ayağında çok önemli bir etki ve pozisyon elde edebilmiş —hem de son derece dürüst ve yetenekli— yurtsever bir Kürt siyasetçidir. Hareketin Abdullah Öcalan ve PKK öncülüğünde geçirdiği dönüşüm süreci içinde, Demirtaş kendi özgün siyasi çizgisini geliştirmiş ve bu çizgi, Türkiye koşullarında geniş bir halk desteği bulmuştur. Nitekim bu destek, kendisini önce parti liderliğine, sonra da Cumhurbaşkanlığı adaylığına taşımıştır.
En milliyetçi Türkler bile kendi partilerinde görmek isterken, Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu konsensüsüyle hapse konulmuş bir Kürt’tür.
Demirtaş, Kürt halkının varlık mücadelesinin Türkiye demokrasisine armağan ettiği en anlamlı hediyedir. Toplumun farklı kesimleri arasında köprü kurabilmiş, etnik kimlikleri aşan bir adalet ve eşitlik dili geliştirmiştir. Haksızlıklara karşı en net tepkileri o vermiş, zulmü en çarpıcı şekilde teşhir edebilmiştir.
Barış Anneleri’nden Cumartesi Anneleri’ne, Gezi Aileleri’nden 10 Ekim Aileleri’ne… Hepsinin canının bir parçası olabilmiştir.
Onun değerini belirleyen şey, tam da budur: Kürt hareketinin “riskli” ve karmaşık zemininde, kendi yolunu bulabilmiş, halk nezdinde güven uyandırmış bir siyasetçi olabilmiştir.
Buna rağmen içinden çıktığı HDP/DEM Parti ile arasında gerilimler olduğu söylenir durur. Peki bu doğru mu?
Gelin, Demirtaş’ın dokuz yılı bulan tutsaklığında neler yaşandığını tekrar hatırlayalım.
Demirtaş-HDP ilişkisi: İlk tartışmalar ne zaman ortaya çıktı?
Demirtaş’a yönelik parti içi eleştirilerin genellikle 2019’daki Öcalan mektubu ile şekillendiği, kamuoyundaki yaygın kanıdır. Fakat bilinenin aksine bu tartışmalar daha eskiye dayanıyor.
4 Kasım 2016’da tutuklanmadan önce, Selahattin Demirtaş’ın parti kurullarıyla ters düştüğü en az iki vaka biliniyor: 2014 belediye başkanlığı seçimlerindeki aday belirleme tartışmaları ve “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı.
2014’teki adaylıklar sorunu, Demirtaş’ın telefonlarını kapatıp bir süre ortadan kaybolmasıyla ufak bir krize dönüşse de kısa sürede çözüldü. Fakat bu krizin, Kürt hareketi-Demirtaş ilişkisindeki “güven”i zedeleyen bir tortu bıraktığı söylenebilir.
“Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı ise, zamanla kendisine yönelik parti içi tepkilerin odağına yerleşti. Bu eleştiriler, 2023’teki seçim hezimeti ve 2024’te başlayan çözüm süreciyle zirveye ulaştı.
Hafıza tazelemek gerekirse, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı, grup toplantısına katılan tüm partililer tarafından ayakta alkışlandı ve o dönemler kimse tarafından bir problem olarak görülmedi. Aksine HDP’nin 7 Haziran’da yüzde 13,7 oy almasıyla, partililer tarafından yıllarca “gururla” sahiplenilen bir slogana dönüştü.
Bugün DEM Parti üst yönetiminde olup Demirtaş’ı bu çıkış üzerinden eleştirenlerin önemli bir kısmı, o süreçte bu “lanetli” cümleyi tweet atıp mitinglerinde coşkuyla kullandı. Aktörlerin geçmiş tutumları için YouTube ve Twitter’da hızlı bir arama yapmak yeterli.
2013-2015 çözüm sürecinin sona erip şehir savaşlarının başlaması, Kürt halkının demokratik siyasete güvenini şiddetli şekilde sarstı. Binlerce yurttaşın hayatını kaybettiği operasyonlarda, başta Cizre, Nusaybin, Sur ve Yüksekova olmak üzere birçok Kürt kentinde aylar süren sokağa çıkma yasakları uygulandı. HDP il ve ilçe örgütlülüğü büyük tahribata uğradı.
Kürt şehirlerindeki askeri çatışmanın baskısı bir yana, HDP Genel Merkezi’ne dahi silahlı saldırılar ve yakma girişimleri düzenlendi. Süreçte HDP’li 96 belediyeye kayyum atandı. Demirtaş ve diğer HDP’li vekillerin 4 Kasım 2016’da tutuklanması, halkın demokratik siyasetle ilişkisindeki çözülmeyi daha da körükledi.
Nitekim, on yıllarca sokakları kasıp kavuran HDP tabanının, 2016-2018 yıllarında kamusal alandaki görünürlüğü hızla azaldı.
Yıllar süren Pençe-Kilit Operasyonları ile PKK askeri anlamda geri çekilmeye zorlandı. Afrin başta olmak üzere, Rojava’daki bazı Kürt şehirlerine Türkiye ordusu girdi.
Bir bütün olarak Kürt hareketine yönelik ülke içinde ve dışında tam bir tasfiye girişimi başlamıştı.
Kamuoyunda “hendek savaşları” olarak bilinen süreçte, dönemin henüz tutuklanmamış HDP il ve ilçe yöneticileri birer birer istifa etmeye ya da siyasetten çekilmeye başladı. Bu süreçte, Demirtaş’a yakın olduğu iddia edilen bazı milletvekillerinin ve Parti Meclisi üyelerinin pasif bir tutum sergilemeleri ya da yurtdışına çıkmaları, eleştirileri Demirtaş ve onun etrafına kümelendiği iddia edilen “Kürt orta sınıfı” aleyhine alevlendirdi.
Oysa ki Demirtaş, bir toplantı için gittiği Brüksel’den tutuklanacağını bile bile Diyarbakır’a dönmüştü. Dönerken de cezaevinde kullanmak üzere bir çift spor ayakkabı satın almıştı. Nitekim, döndükten iki gün sonra bir şafak vakti kapısı zorlanıp gözaltına alındı ve helikopterle Edirne’ye götürüldü.
Demirtaş liderliğindeki HDP kurgusunun fazla liberal olduğu, halkçı geleneklerinin aksine HDP’nin lider odaklı siyaset tuzağına düştüğü, burjuva refleksleri verdiği, direnemediği, çatışma süreçlerinde yetersiz kaldığı ve çözülebileceği yönünde eleştirilere maruz kaldı.
Bu doğrultuda HDP Genel Merkezi, Demirtaş’ın siyasal mimarisinden son derece farklı bir savunma hattı inşasına karar verdi. Partiye yönelik ilk tahkim, 2017’de düzenlenen olağanüstü kongre ile geldi.
Saldırıların sarstığı HDP Genel Merkezi bu kongre ile daha savunmacı ve geleneksel bir örgüt kurgusuna geçişi hedefledi. Bu doğrultuda 20 Mayıs 2017’de olağanüstü bir kongre gerçekleştirdi.
Bu kongre, HDP’nin “savaş şartlarında” nasıl ayakta kalacağına dair kritik önemdeydi ve Demirtaş’ı şahsen hedef almıyordu. Zaten cezaevinde bulunan Demirtaş’ın HDP için cezaevinden yeni bir savunma inşa etmesi imkansızdı. Parti yönetimi, özellikle küçük merkezlerde dağılma emareleri gösteren örgüt yapısı için “içerden” bir inisiyatif geliştirmek zorundaydı.
Olağanüstü kongrede “Demirtaş’çı” kadrolara ve parti organlarına örtülü eleştiriler yapılsa da bunlar kamuoyuna yansımadı ve parti içinde kaldı.
Bu kongrede Demirtaş Eş Genel Başkan olarak kalmaya devam etti ama parti meclisindeki ağırlığını büyük oranda kaybetti. Bir önceki kongrede parti organlarında yer alan 89 isme, yeni yönetimde yer verilmedi. HDP Parti Meclisi ve MYK’sı, bedel ödemeyi göze alan “güvenilir” kadrolarla yenilendi.
Olağanüstü kongreden kısa süre sonra, HDP il ve ilçe örgütleri de kabuk değiştirdi. Saldırı altındaki yerel örgütlülüğü toparlamaya ve ayakta tutmaya çalıştı. Savaşla sarsılan il ve ilçe örgütleri, büyük ölçüde “bilinen” kadrolarla yenilendi.
Parti yönetimi, HDP’nin en büyük iddiası olan taban genişletmeci siyasi çizgisini sözlü olmasa da fiilen bıraktı. Parti, kurumsal olarak ayakta kalma stratejisine hazırlandı.
HDP siyasetinin ana damarı, geniş halk yığınları değil, “ideolojik bağlılığından şüphe edilmeyen” parti kadrolarına dönüştü.
Bugünden bakıldığında, bu örgütsel savunma stratejisinin büyük oranda başarılı olduğu görülüyor. HDP’nin ardılı olan DEM Parti, kurumsal olarak hâlâ ayakta. Ciddi güç kaybetse de, Türkiye siyasetinde önemli bir pozisyonda.
Fakat nasıl bir algoritmayla çalıştığı bilinmeyen “mutlak bağlılık” süzgeci, parti içinde demokratik katılım kanallarının zayıflamasına, bir süre sonra ise işlevsizleşmesine ve hatta istismar edilmesine yol açtı. Yaşanan her türlü kriz ya da başarısızlık, aktörlerin “bağlılığı” gerekçesiyle örtülmeye başlandı. Partinin en güçlü toplumsal silahı olan “özeleştiri kültürü” büyük oranda tahrip........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d