Mehmet Tatlı yazdı – ABD faşizme kayıyor: Türk aydınına bir çağrı
(Okuyucuya ön not: Yazı Kürt sorunu gibi biraz uzun; siz fark edip kızmadan ben söyleyeyim.)
Donald Trump’ın ikinci döneminin ilk dokuz ayı, liberal demokrasinin kurumsal altyapısına yönelik sistematik bir tasfiye operasyonunun anatomisini sergiledi. Üniversiteler, kamu kurumları, adli birimler ve özel sektör, savaş ekonomisinin dayattığı disiplin altına alınırken, demokratik müzakere alanları sistematik biçimde imha ediliyor. ABD’yi etkisi altına alan neo-faşist rüzgârın aktörleri, Türkiye’de genellikle “üç-beş zengin ve şımarık fanatik” olarak küçümseniyor. Oysa durum çok daha ciddi.
ABD’de aşırı sağcı Charlie Kirk cinayetinin ardından, sosyal medyada cinayeti olumlayan Amerikalılar kapılarında FBI’yı bulup terör soruşturmalarına muhatap oluyor. Kirk eleştirisi yapan Jimmy Kimmel gibi ünlülerin programlarına son verilmesi, ülkenin artık polisiye bir denetim rejimine tâbi kılındığını gösteriyor. “Charlie Kirk’e yapılan silahlı saldırının Trump’ın Reichstag yangınına dönüşmesine izin vermemeliyiz” başlıklı The Guardian makalesi, ABD’de sağ-popülist siyasetin faşizm potansiyelini nasıl kurumsallaştırdığına dair kritik ipuçları sunuyor. ABD’de Demokrat Parti’nin darmadağın hali, Hitler iktidara geldiğinde pespayelikleri ile nam salan Alman sosyal demokratlarını hatırlatıyor.
Teknolojiyle güçlenen bu muhafazakâr neo-faşizm, Nazizmden daha kuşatıcı. Üstelik sermaye gücüyle süratle küresel bir network kuruyor.
Dünyanın en çarpıcı demokrasi deneyimine ev sahipliği yapan ABD’nin faşizme kaymayacağı varsayımı, uluslararası sistemde hâkim düşünceydi. Zira küresel sistem, “demokrasi bekçisi” ABD öncülüğünde inşa edilmişti.
ABD’deki bu tehlikeli dönüşüm, dış politikada da açıkça görülüyor. Washington, USAID gibi geleneksel “soft power” araçlarını terk ederek, dış politikada doğrudan baskı mekanizmalarına yöneldi. Dünyanın dört bir yanında askeri tahkimat yapılıyor.
Öte yandan ABD’nin geleneksel müttefiklik ilişkileri çökerken, NATO’nun güvenilirliği Rusya’nın Polonya hava sahasını tacizine sessiz kalmasıyla bir kez daha sarsıldı. İsrail’in Katar’a saldırısına da ABD’nin sessiz kalması da ABD’nin güvenilirliğinde yeni bir kırılma noktası.
İsrail’in ABD ile ilişkilerinin bu konjonktürde güçlenmesi, hatta bir koalisyona dönüşmesi tesadüf değil. Trump yönetimi, kriz anlarını sürekli kılarak egemenliği sınırsızlaştırma stratejisini benimsiyor. Bu strateji, İsrail’in “sürekli savaş” doktriniyle mükemmel bir uyum içinde işliyor. Netanyahu hükümeti, Trump’ın anti-kurumsalcı yaklaşımından maksimum istifade ederek bölgesel hegemonya projesini hızlandırdı. Gazze’den Lübnan’a, Yemen’den İran’a uzanan çok cepheli savaş stratejisi, ABD’nin askeri desteğiyle yürütülüyor.
ABD Kongresi’ndeki desteği sarsılmaz olan İsrail, faşizm kuşatması altındaki Amerikan kamuoyunu olası bir savaşa ikna etmek için Kirk cinayeti gibi olayları propaganda aracına dönüştürüyor. “İsrail’in yürüttüğü ABD’nin de savaşıdır” algısı, özellikle Cumhuriyetçi kamuoyunda büyük ölçüde yerleşmiş durumda. Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı “kullandığınız telefonlar, yediğiniz domatesler İsrail’dir” açıklaması ise, küresel sermayenin de İsrail’in savaşının arkasında olduğu mesajını tüm dünyaya net biçimde iletti.
Üstelik “üç-beş fanatik” olarak küçümsenen küresel neo-faşist kuşatma, ABD ve İsrail’in yanı sıra üçüncü bir aktörü, hem de Avrupa’dan oyuna katmak istiyor: Almanya.
Berlin, Holokost hafızası ve sermaye........
© Medyascope
