Kenan Çamurcu yazdı: İslamofobi edebiyatı – 1 | İslam korkusu mu, korkutucu İslam mı?
1996’da, Erdoğan’ın İBB başkanlığı döneminde düzenlediğimiz etkili entelektüel programlardan birinde Gilles Kepel’i davet etmiştik. Dönemin hararetli tartışması itibariyle beklenebilecek yankıyı uyandıran Allah’ın Batısında kitabı yeni yayınlanmıştı. Kitapta, artık Batı’nın parçası olmuş Müslümanlıklara ilişkin gözlemlerini ve tezlerini yazmıştı. Bu alanda yapılmış en iyi çalışmaydı. Sahaya ilişkin ilk kitap bile olabilir.
Cezayir’de İslamcı (ve Selefi) Front Islamique du Salut (FIS), 1990 yerel seçimlerine giderken kampanyasını, “Cezayir’den fiziksel olarak kovulan Fransa’nın entelektüel ve ideolojik olarak da kovulması, bunun için de onun zehirli sütünü emmiş yandaşlarını başımızdan atma” (Allah’ın Batısında, 1995: 204) ana fikri üzerine kurmuştu ve bu, İslamcıların toplumu dinsel kutuplaştırarak iktidarı ele geçirme algoritmasının İran’dan sonra ikinci örneğiydi. Kutuplaştırma, İslamcılığın eylem doktrini olarak 90’lar boyunca Avrupa’da ve Türkiye’de çatışmalı hâlin devamını sağlayan yakıt oldu. Hâlâ buna devam ediyorlar ve işe de yarıyor.
Front Islamique du Salut, aslında “İslami Kurtuluş Cephesi” demek. Ama “kurtuluş”un sol örgüt çağrışımı nedeniyle Türkçede “İslami Selamet Cephesi” tercümesi tercih edildi. 12 Eylül 1980 darbesiyle kapatılan Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ni hatırlatsın diye.
Kepel, İstanbul’a geldiğinde konferanstan önce bizimle kitabında anlattığı mevzular etrafında sohbet etmek istediğini söyledi. Ofiste misafir ettik onu; yemek, kahve, çay derken sohbet koyulaştı. Çok konu konuşuldu ama en önemlisi İslamcıların Cezayir tecrübesiydi. Benzer bir yolda yürüyen Refah Partisi’ni nasıl bir akıbetin beklediğine odaklandık. Kepel, Türkiye’de de İslamcıların yerel seçim başarısının genel seçimde zafer getireceğini biliyordu. Ama merak ettiği, Refah Partisi’nin Cezayir’deki İslami Selamet Cephesi (FIS) gibi dinî radikalizme mi yoksa demokratikleşmeye mi yöneleceğiydi. Sohbete katılanlar, demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin artması, hukuk, hoşgörü, diyalog yolunun dindarların hayrına olacağını savundu. Dinsel radikalizmin karanlık tercih olacağını özellikle belirterek.
Kepel, Müslümanların demokrasiyi sadece seçim kazanmaktan ibaret gördüğünü, gücü ele geçirince başkalarını yok sayan kendi dünyalarına döndüklerini hatırlattı. İran Devrimi’ni örnek verdi. Cezayir’de FIS da aynı yola girdiğinde sistem darbe yaparak tepki göstermiş, sonra da işler çığırından çıkmıştı.
Cezayir örneği Türkiye’de 1997’de, Mısır’da 2013’te tekrarlandı.
Mısır’da, boykot edilen 2012 seçiminde toplam seçmen itibarıyla yüzde 26 ile seçilmiş Mursi, bu meşruiyet krizine aldırmayarak ilk günden itibaren ülkeyi fethetmeye girişti. Buna tepkiyle Şubat 2011 Devrimi’ndekine benzer kitlesel protestolarla karşılaşmasına rağmen itiraz ve taleplere kulak asmadı. Gerilim artınca da ordu 2013’te darbe yaptı ve o da feci sonuçlar doğurdu.
Türkiye’de Refah Partisi’nin yerel ve merkezi iktidar deneyiminde, Erbakan dinsel radikalizme prim ve umut vermediği hâlde, ordunun 28 Şubat 1997’de yaptığı darbe, Türkiye’nin Cezayir olmaması için “önleyici saldırı (veya vuruş)” doktriniyle haklılaştırılmaya çalışıldı. Bu nedenle, iktidardan düşürülmesine rağmen aslında hedefin Erbakan ve onun Milli Görüş’ü olmadığı söylendi açıkça.
FIS’ın zafer sarhoşluğuyla ülkenin tek hâkimi olmaya depara kalktığı Cezayir’de eski model ideolojik rejim tabii ki matah değildi ama İslamcılar da aynı şeyi kendi dünya görüşlerinin egemenliğiyle yapmak istiyordu. Kepel, İslamcıları “biletli yolcu olarak uçağa binen, ama uçağı kaçıran korsanlar”a benzetti sohbette. Ben, belediyeyi temsilen, bu görüşlerine rağmen onu davet edecek kadar özgüvenli ve demokratikleşmeye inanmış insanlar olduğumuzu söyleyince, “Adına konuştuğun politikacılar senin gibi düşünmüyor olabilir, çok güvenme” deyiverdi.
Kepel’le karşılaşan biri olursa mesajımı iletsin lütfen: Haklı çıktın Gilles, adına konuştuğum İslamcı politikacıların meğer demokratikleşme, özgürlükler, insan hakları, hukuk falan umurlarında değilmiş. Galiz istibdat, sırlı ajandalarıymış. Kişisel refah temini ve muhafazası için yapmayacakları fenalık yokmuş. Dindarlığın mağdur ve mazlum olduğu yolundaki şikâyetler, dinsel istibdat kurmanın peşreviymiş. İslam karşıtlığı denilen, şimdiki markasıyla İslamofobi suçlaması da aslında tasalluta, tegallübe ve tahakküme mâni durumları bertaraf etme stratejisiymiş.
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bütün bunları demokrasi uçağına biletli yolcu olarak binip yaptıkları çok doğru. Bizimkisi ise yersiz ve gereksiz demokrasi romantizmiymiş.
Müslümanlar neden dindarlıklarını teşhir etmeye çok hevesli? Adına da “tebliğ” diyerek? Avrupa şehirlerinde sokaklarda namaz kılmalar, hoparlörden yüksek sesle Kur’an kıraatı, kutsallaştırılmış kılık kıyafetle sokaklarda gövde gösterileri falan? Sebebi basit: Onların algı dünyasında İslam, kişinin kendini geliştireceği, kendini terbiye edip iyi insana dönüştüreceği bir din değil. Kur’an’da bu yöndeki onlarca ayete rağmen. Din onlar için politik amacın alet edevatı sadece. Bu dünyada hakimiyeti uğruna mücadele edilecek kimlik. Kendini iyi insan yapmak yerine ötekini baskı altına alma, ülkeler fethetme, hakimiyet kurma emelinin ideolojisi işte bu nevrotik inancın sonucu. Bu yüzden Avrupa’daki demokratik değerlere uyum sağlayamıyorlar.
Hukuk, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, eşitlik, adalet, ahlak onların dünyasında anlam taşımadığı için bulundukları ülkelerin standartlarıyla hep kavgalılar. Trafikte gönlünce davranamadığı, “Kurban Bayramı”nda şehri kana bulayamadığı, sokakları kirletemediği, tüm simgeleriyle Noel Bayramı’na maruz kaldığı, sağında solunda domuz eti, alkol, neşe, eğlence gördüğü ama bunlara müdahale edemediği için öfkeli. Bu nedenle oralar onun için cehennem, kuralsızlığın keyfini özgürce sürebildiği kendi ülkesi de cennet.
Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve hukuk alanında sıfır puanlı muhtelif Müslümanlıklar dünyaya ne vadedebilir? Eleştirdiği Batı’ya alternatif iyiyi sunmak bir yana, o seviyenin bile yüz yıl gerisinde. Oysa yüz yıl önce Müslümanlığın reformist elitleri, meşrutiyet ve anayasa hareketlerine öncülük ederek Batı ile başabaş koşuyordu. İslamcılar, bulundukları ülkede sosyal hayatın kalitesinin artmasına, kültürel ve entelektüel gelişime, siyasal mükemmelleşmeye nasıl katkı sunabileceğini asla düşünmüyor. Böyle bir derdi hiç yok. Bilakis çalışmadan sosyal yardımlarla hayatını sürdürmenin kestirme yollarını bulmanın peşindeler. Devletten para desteği almak için çocuk yapacak kadar bayağılaşmakta beis görmeyenler var.
Almanya’da 2023 itibariyle Hartz IV işsizlik yardımı alan 6.4 milyon kişiden yaklaşık 1.8 milyonu yabancı uyrukluydu. Bunların yüzde 70’i Müslüman göçmen. Yardım iş bulunana kadar verildiğinden devletin onlara sunduğu işleri kişiliğine uymama, fiziksel yetersizlik vs. gibi uydurma gerekçelerle geri çevirip sosyal yardım almaya devam edenler bunlar. Medeni ortam haliyle, hukuk var, insan haklarına hassas, “o zaman defol git ülkene” diyemiyorlar. Bedavacı göçmenler de bu güçlü hukuk şartını devletin ve toplumun zaafı görüp şımarıklık ve arsızlıkta sınır tanımıyor.
İsviçre’de Basel ve Cenevre gibi bölgelerde sosyal yardım harcamaları yüzde 70’e varan oranda Müslüman göçmenlere gidiyor. İsveç’te Malmö ve Stockholm’ün bazı semtlerinde Müslümanlara yapılan sosyal yardım oranı yüzde 60-70 aralığında. Danimarka’da Müslüman göçmenlerin işgücüne katılım oranı sadece yüzde 28. Buna karşılık sosyal yardım oranı yüzde 60. Böyle uzayıp gidiyor. Veriler bütün gelişmiş Batı demokrasilerinde aşağı yukarı aynı.
Avrupa’da vergi mükelleflerinin paralarından oluşmuş fonlardan sosyal yardımla geçinen ve yan gelip yatan Müslüman göçmenler, Avrupalıların çalışıp didinerek ödedikleri vergileri afiyetle yerken utanmıyor. Kul hakkı, haram helal geçerli değil Batılı toplumlar konu olduğunda. Bilakis “kafirler”in parasını kurnazca yedikleri için gurur duyuyorlar. Çalışan göçmenler de “gavura hizmet ettikleri” gerekçesiyle hak ettiklerinden fazlasına alacaklı olduklarına dair bir düşünce geliştirmiş, benzer kestirmeleri kovalamayı ihmal etmiyorlar. Bu kişilik bozukluğu hoş görülmediğinde ve vergi mükellefleri bu duruma itiraz ettiğinde heybeden “İslamofobi” pankartını çıkarıyorlar hemen.
“İslamofobi” kamuflajının, dinî istibdat dünyasının kötülüklerini perdelemeye verilen ad olduğu yeterince örnekle kanıtlı belgeli.
Müslüman idrakte yeryüzünün onlara ait olduğuna ilişkin sapkın bir inanç var. Kutsal bir hak olarak diledikleri yeri fethedebilirler. Çünkü Allah’ı temsil ediyorlar ve onun şeriatını uygulamak için her toprağa, diyara, ülkeye ve topluma el koyma, temellük etme, istila ve işgale yetkili kılınmışlar. “Kudüs bizim”den........
© Medyascope
