Doğancan Özsel & Armağan Öztürk yazdı – Arendt ve Filistin: Ülkesizler sorunu
Bu yazıda Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri çerçevesinde, insan hakları bağlamında Filistinlilerin ülkesiz ve hak yoksunu kalışı tartışılıyor. Doğancan Özsel & Armağan Öztürk yazdı – Arendt ve Filistin: Ülkesizler sorunu.
20. yüzyılın klasik eserlerinden biri olan Totalitarizm’in Kökenleri’nde Hannah Arendt, modern hukukun kökenine dair önemli bir detaya işaret eder. Ona göre modern zamanlarda hukuk kurallarının meşruiyet zemini Tanrı ve gelenekler yerine insanın kendisi olmaya başlasa da, bu insan daima bir siyasal toplumun parçası olarak kavranmıştır. Fransız Devrimi döneminde kaleme alınan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin de gösterdiği üzere, evrensel insan haklarının kendisine referans verdiği insan, soyut bir bireyden ziyade bir yurttaştır. Çünkü hukuk, modern ulus devletlerin ortaya çıkışına paralel biçimde dünyevileşirken, halk egemenliği ilkesi de evrensel insan haklarının hem doğal sonuçlarından bir tanesi hem de bu hakların pratiğe dökülmesinin olmazsa olmaz şartı olarak kavranmıştır. Dolayısıyla insan, ancak bir ulus devlet içerisinde yurttaşa dönüştüğü ve siyasal kaderini kendi eline aldığı oranda evrensel hak ve özgürlüklerden yararlanabilecektir.
Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, 19. yüzyılda oluşmaya başlayan Avrupa ulus-devlet sistemi içerisinde insan hakları ile ulus hakları, içerikleri bakımından birbirlerini tamamlamıştır. Dönemin Osmanlı’sındaki aydın ve entelektüeller de bu konuda benzer bir kavrayışa sahiptir. Osmanlı tebaasını oluşturan pek çok etnik grubun entelektüelleri kendi ulus devletlerini kurmak ile bireysel haklarını ve özgürlüklerini geliştirmek arasında doğal bir ilişki olduğunu sezmişlerdir. Benzer biçimde Türk aydınları için de istibdata karşı yürütülen hak ve özgürlük mücadelesi ile devleti yaşatmak üzere çağın gereklerine uygun parlamenter bir ulus devlet kurma çabası aynı ortak amacın iki yüzü gibidir. Jön Türklerle başlayıp İttihat ve Terakki ile devam eden devrimci harekette Kânûn-ı Esâsî’nin sahip olduğu sembolik önem de buradan kaynaklanır. Sonuç olarak dönemin hemen tüm aktörleri, bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ile bir siyasi toplumun parçası olarak tek bir ulus kimliği oluşturma ve bu kimlik üzerinden ülkenin geleceği konusunda söz sahibi olma mücadelesi arasında bir ilişki olduğunu düşünmüştür.
Öte yandan Arendt’e göre evrensel insan haklarının öznesi olan insanın yurttaş olarak kavranması önemli bir soruna da yol açtı. 1800’lü yılların sonunda 1950’lere değin çok kültürlü imparatorlukların yerini ulusal kimlikler ve ulus-devletler alırken, geride pek çok “artık” insan grubu kaldı. Ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan Ermenilerden hiçbir siyasal topluluk içerisinde istenmeyen Yahudilere ve iç savaşı kaybeden Beyaz Ruslardan İspanyollara kadar pek çok etnik topluluk, kimi zaman yaşadıkları yerlerden kovularak, kimi zaman vatandaşlıkları ellerinden alınarak ülkesiz bırakıldı ve (veya) ulusal birliğin dışına atıldı. Bu insanlar herhangi bir siyasal topluluk oluşturmaktan mahrum bırakılınca, yurttaş olma niteliklerini kaybettiler ve onlara uygulanan hukukun meşruiyet zemini, en iyi ifadeyle, müphem hale geldi.
Totalitarizmin Kökenleri’nin ilk kez yayınlandığı 1951 yılından bugüne kadar pek çok başka topluluk da benzer bir kaderi yaşadı. Bunun son, en güncel ve belki de en acı örneklerinden bir tanesi kuşkusuz Filistin halkı. Gerçekten de Totalitarizmin Kökenleri’nin ilgili bölümlerini okuduğumuzda, Filistinlilerin kaderi ile Arendt’in dikkat çektiği ülkesiz toplulukların kaderi arasındaki paralelliği görmemek mümkün değil. Bugün Filistinliler de bir siyasal bedenin parçası haline gelmekten mahrum ediliyorlar. Filistin halkının ulusal kimliği sosyo-politik bakımdan tam anlamıyla inşa edememesi, bir yandan tarihsel bazı nedenlere, öte yandan ise İsrail’in halen uygulamakta olduğu baskı politikalarına dayanmakta. Tarihsel bakımdan sorun, bir coğrafya........
© Medyascope
